Fatih Erkoç’un 1987 Eurovision finalinde seslendirdiği parçanın nakaratı kulağımda kalmış: “Dünya barışı içinse bütün çabalarımız / Dünya barışı için el ele verip kardeş olalım.” Eğer karar alıcı siyasetçi koltuğunda veya karar ve politika yapım süreçlerine katkı sunan, etki eden bürokrat konumundaysanız ne yapılmaması, daha doğrusu hangi saikle hareket edilmemesi gerektiğine ilişkin güzel bir uyarı niteliğinde bu iyi niyet beyanı dizeler.
Biz hep haritadaki yerimizden yakınırız ve aynı zamanda hep de bu gayrimenkul değerimizin ekmeğini yeriz. Aslına bakarsanız, 1989’da Demir Perde’nin yıkılması, 1992’de SSCB’nin dağılması, Romanya ve Bulgaristan’ın NATO üyelikleri, Bulgaristan’la sınır anlaşmazlıklarının giderilmesi, Hafız Esat’ın vefatı ve ardından 2011 sonrasında Suriye’nin içine çöküşü, Saddam Hüseyin’in idamı ve Irak’ın da içine çöküşü, Karabağ konusunun zorla çözümüyle Ermenistan’ın Rusya’dan uzaklaşması, Rusya’nın Ukrayna’yı işgale kalkışmasıyla batağa sağlanması, mecalinin kesilmesi ve Karadeniz donanmasının devre dışı kalması gerçek ulusal güvenlik tehditlerinin ayıklanması demek. Geriye İran İslâm Cumhuriyeti’nin nükleer güce dönüşme çabaları ve Ortadoğu’daki istikrar bozucu uzantıları kalıyor.
İsrail’in İran’ın misillemesine karşı misillemeyle yanıt vermesineyse olağanüstü bir önem atfediliyor. Zira görüp görebileceğimiz en büyük badire Suriye ve Irak’ta IŞİD’in ortaya çıkmasıydı. İsrail’in İran’a karşı misillemesi ise açıkça dile getirilmeyecek de olsa Ankara açısından son kalan ulusal güvenlik sınamasının da dolaylı yoldan zayıflatılması anlamına gelir. İsrail’in Isfahan’da tam olarak ne yaptığı henüz belirsizliğini koruyor ve rivayet muhtelif. En akla yakın duran olasılık, İsrail F-35’lerinin Irak havasahasından ve Dicle’nin doğusuna geçmeden Isfahan çevresindeki bazı askeri ve/veya nükleer tesisleri hedef alarak ancak (atılan füze tercihine bakıldığında) zarar verme amacı gütmeden bir “kartvizit” bırakmakla yetindiği. Nitekim İran da mesajı almışa ve bu eylemi sineye çekmişe benziyor.
Biz, geçtiğimiz onyıllarda 360 derece çevremizdeki durumu doğru çözümleyip, değerlendiremedik. PKK terör tehdidini varoluşsal düzeye çıkarıp abarttık ve milli savunma stratejimizin neredeyse bu tek boyuta indirgedik. İslâmcı ve ulusalcı Batı karşıtı saplantılara takıldık. Yine islâmcılığın ergenlik hülyalarından derlenen süslü ama içiboş sözlerle derme çatma politikalar üretmeye çalıştık. “Mavi Vatan” gibi kulaklara hoş gelecek ve gönülleri okşayacak sloganları önce attık sonra dönüp altlarını doldurmaya çalıştık. Slogan atmayı tutarlı ve tümleşik bir doktrin ortaya koymak sandık. Gözlerimizi göbek deliklerimizden kaldırıp bir türlü ufka çeviremedik. Ara sıra çevirir gibi olduğumuzda da herkes ayrı bir ufka doğru baktı.
İsrail, İran’ın kamikaze SİHA, güdümlü seyir füzeleri ve balistik füzelerden oluşan üç katmanlı saldırısını yine kendi üç katmanlı savunma sistemiyle durdurdu. Ama İsrail’e üç de müttefiği destek oldu: ABD, Britanya ve Fransa, İran’dan ve Yemen’den atılan SİHA ve füzelerin üçte birini bunlar henüz İsrail’e ulaşmadan havada vurdu. ABD ve Britanya’nın Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz’deki savaş gemilerinden, Fransa’nın ise Ürdün ve Irak’taki üslerinden yararlandığı anlaşılıyor. Sözkonusu üçlünün dışında, siyaseten belki onlardan da önemli olarak, Ürdün de İsrail’in savunmasına doğrudan katkı yaptı.
Bu vakaya Ankara’dan bakıldığında sorulması gerekenler herhalde belli: Hava savunma sistemimiz var mı ve var olan yeterli mi? Hava kuvvetlerimiz caydırıcı üstünlüğünü koruyor mu? NATO müttefiklerimiz savunmamıza İsrail örneğindeki gibi zamanlı ve somut biçimde destek sunmaya hazır mı? Bölgemizden savunmamıza Ürdün gibi katkı yapacak paydaş ülke var mı? Bunların hepsinin olması için gereken diplomasi yürütülüyor mu? Gerçeklere dayanan doğru değerlendirmeler yapılıp ulusal güvenlik stratejimiz gözden geçirilip güncelleniyor ve öncelikler yeniden belirleniyor mu? Daha basitçe, F-35 ve hava savunma sistemleri ne işe yararmış artık anladık mı? Tarihe geçecek ölçekte bir diplomasi felâketi olan S-400 alımını geri saracak hangi adımlar planlanıyor?
Yukarıda değindiğim üzere son onyıllarda ulusal güvenlik tehditlerinin bizim doğrudan katkımız olmadan adeta kendi kendilerine bertaraf olmasını ıskaladık. Ayrıca, Filistin meselesinin neden dış politikamızın eksen konularından olamayacağını ve olmaması gerektiğini de tartışamadık. Şimdi de Erdoğan karşısında zor duruma düştüğü kendi kitlesine şirin görünmek için Hamas’ın siyasi liderlerinden Haniye’yi davet etmiş. Bir yandan ABD, AB ve Körfez’den para arayıp, diğer yandan 9 Mayıs’taki Vaşington ziyaretine hazırlanılırken Haniye’yi bu düzeyde ağırlayıp, kameralar karşısında yan yana poz vermenin ne getirisi olacağını anlamak doğrusu güç. Hele Hamas’ı Kuvayı Milliye sanmak, o Kuvayı Milliye’de savaşanlardan herhalde pek çoklarının başlarından Filistin cephesinde neler geçtiğini de düşününce, haydi bu defa da İtalyanca ifadeyi deneyelim, bir “errore” değil bir “orrore.”
Ulusal güvenlik işlerinin abecesinde istihbaratın kesinlikle siyasallaştırılmaması var. Dış politikada da ideolojik davranmaktan sakınmak bir başka kural. Soğuk Savaş döneminde iki ideoloji çarpışmıştı belki ama SSCB’nin de işine öyle geldiğinde özellikle Ortadoğu’da nice komünist partileri trenin altına itivermekten çekinmediğini tarih yazıyor. Jeostratejik önem gibi bir diğer dış politika ve ulusal güvenlik politikaları takıntımız da stratejik özerklik. Stratejik özerkliğin ise ne “ben tek, siz hepiniz” meydan okuması, ne bir meteoroloji balonunun zincirini koparıp göklere yükselmesi gibi başıboş salınmak anlamlarına geldiğini anlayamadık henüz. Tıpkı üyesi ve adayı bulunduğumuz ittifaklardan güç almayı beceremediğimiz, bu yönde çaba göstermediğimiz ve tarihsel yönelim ve organik kimliğimizle kavgalı olduğumuz, bipolar davranış bozuklukları sergilediğimiz gibi.
Genelgeçer bazı diplomasi mesellerini yineleyerek bu hayıflanma seansını sonuca bağlayalım: Dış politikada bazen az yapmak çok yapmaktır. Etkinlik ile işgüzarlık birbirlerine karıştırılmamalıdır. Çözüm için fazla heveskâr görünmek o çözüm pazarlığında eli baştan zayıflatabilir. Ağırkanlılık ile soğukkanlılık farklıdır, çeviklik ile zıpırlığın da farklı oldukları gibi. Öngörülebilir, uzgörülü ve sağduyulu davranmak ise esastır. Tannenberg esinli “açılış sürprizleri”, yeterli yığınak ve hazırlık yapılmadan, alan ve zaman dikkate alınmadan acemice yinelenmeye kalkışıldığında, diplomaside de trajik Sarıkamış bozgunlarıyla karşılaşmak kaçınılmaz olabilir.