Her şey hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı ile başladı. 14 ve 28 Mayıs’ta da var olan çatlak, aradan geçen dokuz ayda hızlı bir ivmeyle derinleşti. Geçim derdi belirleyici olsa da tek sorun bu değildi. Güven sarsıldı, inançlar tuzla buz oldu, bıçak kemiğe dayandı, daha önce kaçacak yer bulamayan seçmen bu kez karşısında beliren seçeneğe şans tanımakta tereddüt etmedi. 31 Mart yerel seçimlerinde kimine göre derinlere sirayet eden kırılma gün yüzüne çıktı kimine göre siyasetçilerin beceremediği ittifak tabanda gerçekleşti. Kimine göre tsunamiydi bu gelen, bana sorarsanız da kaç dalga boyunda bir tsunamiye yol açacağı henüz belli olmayan büyük bir deprem.
Nedeni şu: Deprem konusunda artık hatırı sayılır bir deneyime sahip olduğumuz muhakkak. Artık biliyoruz ki depremin nerede, ne zaman meydana geleceğini öngörmek falcılıktan öte bir anlam taşımıyor. Biliyoruz ki yeraltındaki enerji akıp gideceği kanallar tıkandığında, birikip onu bulunduğu alana hapsediyor; geriden gelen, dar alanda bulduğu boşluğa sıkışarak yerleşiyor, alan daraldıkça basınç artıyor. Sonunda öyle bir an geliyor ki o basınç çeperindeki dış kabuğu parçalayarak tüm şiddetiyle açığa çıkıyor.
Toplumlardaki enerji birikimi de biraz böyle değil mi?
Basınç arttıkça toplumsal fay hatları kırılmıyor mu?
Önce giyim kuşamdan kısmadık mı hepimiz, sonra küçük zevklerimizden vazgeçerek devam etmedik mi yola. Sevdiklerimize yetemez olup, istemeye istemeye burnumuza dayatılanlara katlanmak zorunda kalmadık mı?
Kendi güvenli bölgelerimize sığınıp, yutkuna yutkuna izlemedik mi cehaletin pervasız hükümranlığını…
Onlar doymak bilmeyen iştahlarıyla önlerine geleni silip süpürürken, biricik sahillerimiz talan edilirken, zeytin ağaçlarımız kesilirken, hak-hukuk kavramları yerlerde sürünürken, çocuklarımızı gönderecek ücretsiz okul bulamazken, sağlığını paran olmadan koruyamazken, şehir dışındaki şehir hastaneleri ancak aylar sonrasına randevu verdiği için özel hastanelere mahkumken… Bıçak kemiğe dayandı ve öyle bir gün geldi ki, bir de baktık oturduğumuz evin kirasına yetmez oldu cebimizdeki para. Komşularımızdan, yaşadığımız mahallelerden, manavımızdan, kasabımızdan, alışkanlıklarımızdan ayrı düştük, hiç tanımadığımız mahallelerdeki en ucuz evlerin peşinde koşar olduk. Taşınma masrafını kredi çekmeden karşılayamıyorduk. Onlar da güzel günlermiş, kadrini bilemedik. Çünkü sonrasında artık cebimizdeki kredi kartıyla kilosu 500 – 600 TL’lere varan eti bile alamaz olduk. Limitler aşıldı, kartların asgari ödemesini yapamaz hale geldik, sebzeyi taneyle alacağımız, içtiğimiz su ve çayın parasını kartla ödemek zorunda kalacağımız günleri hayal bile edemezdik ama o da oldu. Esnafın sattığı ürünü yerine koyacak gücü kalmadı, tezgahlar boşaldı, çiftçinin cebindeki para tohum almaya, gübreye, tarlayı sürmek için traktöre mazot koymaya yetmeyince tarlalarda ot bitmez oldu, hayvancılık tarihe karıştı. Emekliler çocuklarına el açar oldu, doğalgaz, et, eğitim, elektrik, su yoksulluk yardımlarıyla karşılanmaya başladı.
Sadakayla geçinir olduk, utana – sıkıla.
Ve toplumsal fay hattı çatırdadı. Biz çatırtının sesini 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde duyduk aslında.
Duymasına duyduk da fay hattının kırılmaya başlaması kadar önemli olan bir başka hususu dikkate almadık. O da depremin nerede, ne zaman yaşandığı ve büyüklüğüydü.
Yani yerleşim yerlerine uzaklığı ya da yakınlığı neydi, yakınsa evler ve üzerine inşa edildikleri zemin sağlam mı, evlerde yaşayanlar depremi hafif hasarla mı atlatır yoksa enkazda mı kalırlar?
O tarihte, yani Mayıs 2023’te evler toplumsal fay hattının güzergahındaydı, bunu biliyoruz. Bana kalırsa binaların sağlam olup olmadığını içinde yaşayanlar da tam olarak anlayamadı. Çünkü deprem 5.0 – 6.0 büyüklüğündeydi. Duvarlarda çatlaklar oluştu, kolonlarda da hasar vardı ama bina hala ayaktaydı. Büyük depremin kapıda olduğu gerçeği ve o depremde hasarlı kolonların o binayı ayakta tutamayacağı de herkesçe malumdu ama apartmanın yöneticisi herkese güvence vermeyi bildi. Yönetici kendi inşa ettiği apartmanın orta büyüklükteki bir depremde neden bu kadar büyük hasar aldığının sorgulanmasını ustalıkla manipüle edip apartman sakinlerine güvence verdi; Evet hasar vardı ama o hasarı giderecek kudrette olan da sadece kendisiydi. Sokağın karşısındaki yığma binalar ise çoktan yıkılmıştı o sırada. Orayı gösterdi yönetici “Baksanıza” dedi eliyle yıkık binaların ortasındaki masayı göstererek “onlar daha kendi söküklerini bile dikemiyor, size nasıl yardım etsinler?”
Umutlandı apartman sakinleri her şeye rağmen umutlanıp “Yaparsa bizim yönetici yapar” dedi.
İşte 31 Mart’a biraz da bu pencereden bakılmalı.
Bu tarihte bir deprem yaşandığı muhakkak.
Depremin büyüklüğü de siyasetin Richter ölçeğine bakılırsa 7’den epey büyük.
Artık tüm kanallar tıkandığı için biriken enerjinin hapsolduğu alanda gözle görülür bir basınç meydana gelmişti. Alan daraldıkça daraldı, basınç çeperleri zorladı ve sonunda dış kabuk parçalandı.
Güven sarsıldı, umutlar tükendi, inançlar tuzla buz oldu, bıçak kemiğe dayandı,
Aradan geçen dokuz ayda yönetici değil kolonları tamir etmek, taşıyıcı duvarları onarmak, apartman sakinlerine kendi olanaklarıyla hasarı onaracak parayı da veremez oldu. 31 Mart’ın öncü sarsıntıları, emekli maaşlarına zam yapılmayacağı kesinleştiğinde başladı. Buradaki asıl mesele bana kalırsa emekliye zam yapılmaması değil, artık kasada zam yapacak paranın olmadığının miting meydanlarında açık açık söylenmesiydi.
İktidar ileri bir tarihe gün vererek düzelecek dese de bugün kasada para kalmadığı gerçeğiyle yüzleşenler o vaadi inandırıcı bulmadı.
14 ve 28 Mayıs’ta umut vardı, 31 Mart’ta umutlar tükendi.
14 ve 28 Mayıs’ta “Yaparsa Erdoğan yapar” diyen seçmen, 31 mayıs’ta “Daha maaşımıza bile zam yapamıyor” dedi…
Çünkü görünmez mürekkeple yazılan alt metni okudular içgüdüleriyle, şöyle yazıyordu:
“Kasada emekliye zam yapacak para yoksa, sadece emekli maaşına değil, sonraki aşamada işçiye, memura da zam yapamayabiliriz. Dahası kemerleri çok daha fazla sıkmalıyoz.”
Kısacası bu basınç depremi tetiklemeye yetti.
Bu kez kaybedecek bir şeyi kalmayanlardı depremi tetikleyen.
Yönlerini sokağın karşısına çevirdiler.
Hareketliydi sokak.
14 – 28 Mayıs depremi sonrası yönetimi (CHP) değişen mahalledeki canhıraş çalışmaya dikkat kesildiler. O mahallede beş yıl önceki sarsıntıda el değiştiren (İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri) binaların yöneticilerinin, kendi mahallelerinde estirdiği rüzgara verdiler yüzlerini.
Yer sofrası kurulmuştu mahallede.
Yeni ekibin öncülüğünde el ele verip kendi binalarını inşa ederken buldular onları.
Sosyal yardımsa sosyal yardım, bir tuğla da onlar koydu.
Biraraya geldiklerinde ortaya çıkan güç öyle bir ivmeyle yayıldı ki 7.0’den büyük bir deprem etkisi yarattı.
31 Mart 2024 Türkiye’de tarih sahnesinde kartların yeniden karıldığı çok kritik bir seçim oldu.
Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’dan başlattığı, Özgür Özel’in Ankara’dan karşıladığı rüzgar, dalga dalga Türkiye’ye yayıldı.
Ülkenin rengi, turuncudan kırmızıya döndü…
Görenler gözlerine inanamadı.
CHP Türkiye’nin birinci partisi konumuna yükseldi, kurulduğu yıl iktidara gelen AKP kısa ama siyaseti şekillendiren tarihinde ilk kez Türkiye’nin ikinci partisi oldu…
İşte tsunami olacaksa bu aşamada olur.
Şöyle ki: Dedik ya! Depremin nerede ne zaman olduğu, evlerin sağlamlığı ve depremin büyüklüğü önemli.
Örneğin bizim coğrafyamızı yerle bir eden 7,4 büyüklüğündeki bir deprem, Japonya’da dev gökdelenleri sadece beşik gibi sallamakla yetiniyor. Oradaki asıl yıkım çoğu kez tsunami sırasında yaşanıyor.
Çünkü Tsunami depremden sonra gelişen bir doğa olayı ve görünenden çok görünmeyeni tarif ediyor; yeryüzünün derinliklerindeki sarsıntı ne kadar büyükse etkisi de o oranda artıyor. Deprem iç denizlerde meydana gelmişse suyun hareket edeceği alan sınırlı olduğu için en çok yedi sekiz metre boyunda dalga üretebiliyor ve olası hasar dalganın sönümlenmesiyle hafif sıyrıklarla atlatılabiliyor.
Gelin görün ki eğer deprem okyanus tabanında meydana gelmişse ve büyük bir depremse su kütlesi kah oluşan çukurlara dolup çıkarak kah levhaların kendi arasındaki itiş kakışı sırasında, devasa boyutlarda bir dalga fırtınasına neden olabiliyor.
İşte korkulacak aşama o!
Kontrolü imkansız olan o dev dalgalar karşısına çıkan ne varsa yerle bir edip önüne katıyor.
Ocak 1995’te Kobe’de yaşanan 7,3 büyüklüğündeki Büyük Hanshin-Awaji Depremi ve Mart 2011’de Fukuşima’yı vuran 9,0 büyüklüğündeki Büyük Doğu Japonya Depremi. İlkinde 6 bin 400, ikincisinde 20 bin can kaybı oldu.
Ama şuna dikkat!
İki felakette de can kayıplarının nedeni Türkiye’yi yasa boğan Kahramanmaraş merkezli depremlerde olduğu gibi deprem değildi. İlkinde deprem sonrası çıkan yangınlar, ikincisinde ise oluşan dev tsunami can aldı.
Tam da bu nedenle yaşanan siyasi depremin okyanus tabanında olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Eğer öyleyse yani derinlerdeki katmanlar harekete geçtiyse her şey daha yeni başlıyor demek çok da yanlış olmayacaktır.
İşte o zaman dev dalgaların gelmesi kaçınılmaz olur.
Bu dalgaları siyasi yapılar nasıl göğüsler ya da göğüsleyecek güçte mi diye de sormak gerekir elbet.
Tsunami olursa o yapılardan hangisi ayakta kalacak?
Seçmenin kendisine yatırım kredisi verdiğinin bilincinde olduğunu söyleyen CHP mi, siyasi tarihinin ilk ve en büyük yenilgisini alarak ikinci parti olan ve nasıl bir muhasebe yapacağı merakla beklenen AKP mi?