1993 yılı 28 Nisan’ında Ümraniye’de Hekimbaşı çöplüğünün patlamasını hatırlayanımız var mı? 39 kişi ölmüştü o patlamada, 12 kişi de kaybolmuştu.
Patlama, ilk çöp kamyonunun orayı boş bulduğu için Hekimbaşı’na çöpünü boşalttığında başlamış, 1993 Nisanı’nda da can alacak boyutlara ulaşmıştı.
….
Erzincan İliç’teki facianın oluşum tarihi 2000’lere uzanıyor. Kanada şirketi Anagold’un girişimi o zaman başlamış, 2008 – 2010’larda da altın üretimine geçilmiş. 20 yıllık hikaye… Hikayede neler yok ki…
Kanadalı şirket (ve küçük Türk ortağı) için 8.5 milyar dolarlık bir kazanç söz konusu imiş. Bunun 550 milyon doları Türkiye’ye kalıyormuş. Araya çed raporu usulsüzlükleri giriyor, köylüleri ikna için Kanada turları ve 130 bin liraya varan cep harçlıkları giriyor, yargıda usulsüzlükler giriyor, rivayete göre “etkili” siyasetçiler giriyor, zamanın Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ismi giriyor, giriyor da giriyor…
Bir ara haber de vermiş “Bela” geliyorum diye… Siyanür sızıntısı olmuş. Garibim Mustafa Yeneroğlu, Meclis’te “Bela geliyorum diyor” diye çığlık atmış. Duyan olmamış.
Ve 20 yıldır biriken belâ, bir gün “dağ göçüşü” halinde Türkiye gündemine oturmuş. Dağ göçüşü: Meğer 1 gram altın için 1 ton toprağın elenmesi (rafine edilmesi) gerekiyormuş. Eleme için de siyanür kullanılıyormuş. Elenen siyanür karışık toprağa “liç” deniyormuş. Akışkan olduğu sonradan tsunami dalgaları gibi akmasından anlaşılan milyonlarca tonluk liçler, bir yere (burada ucu Fırat’a çıkan bir dere kenarına) dağ gibi yığılıyormuş. Bilen biliyor, bu yığınların uzun süre böyle, suskun kalması mümkün değilmiş, bunu o liçleri yığanlar da bilirmiş, bunların bir gün yıkılması, heyelana dönüşmesi mukaddermiş, işte bu son dağ göçüşü, böyle bir yığılmanın sonucu imiş. Bu sonuca bilerek gelindiği için ölümler kaza değil cinayet sayılmalıymış.
Ortada on yıllar içinde iç – dış kapitalizmin iş birliğinde ve yöneticilerimizin nezaretinde önümüze bırakılan bir “çevre felâketi” var. Öne, faciada 9 kişinin (o sayının da 5 katı olduğu iddia ediliyor ya) milyonlarca ton toprak altında kalışı ve kurtarılma imkansızlığı çıkıyor ama, ülkeye fatura edilen ve bağrımızda belki asırlar boyu kalacak olan çevre felaketi daha küçük bir “Belâ” değil.
Ders alır mıyız?
Bilinmez ki…
Paranın gözü kör olsun. Bir şekilde satın alıyor almak istediğini…
Maraş depreminin üzerinden bir yıl geçti değil mi? Deprem muhasebesini yaparken felaketteki yıkımın büyüklüğünün yıllar içinde devreye giren “insan depremi”nden kaynaklandığı yazılıp çizildi. İnsan depremi, bazen siyasetçide - belediyecide, bazen mühendiste, bazen yargı mensubunda, bazen bizatihi evi inşa ettiren insanın kendisinde ete kemiğe bürünüyordu. İnsan, kendi mezarını kazıyor, siyasetçi ile, mühendis ile birlikte…
Ama o gün bunu fark etmiyor. “Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur”özdeyişini biz üretmemiş miyiz? Bu deyişi hep başkaları için kullanıyoruz sadece.
Gelin İstanbul’u konuşalım: İstanbul depremi herkesin uykusunu kaçırıyor. Marmara’nın içinden faylar geçiyor ve bu faylar kırılırsa İstanbul sarsılacak… Bunu bildiğimize göre ona karşı tedbirli olmak gerekiyor. Özetle binanızı ona göre yapacak, şehri ona göre kuracaksınız. Uykumuz kaçıyor çünkü şehri de ona göre kurmadık, evlerimizi de depreme dayanıklı halde yapmadık. Kumdan çaldık, demirden çaldık, yolları, yeşil alanları işgal ettik, deprem olunca sığınacak yer kalmadı elhasıl koca şehirde. Koca şehir dar gelmeye başladı anormal göçlerle birikmiş insan yığınlarına… Peki nasıl biriktirdik İstanbul’da “deprem belâsı”nı? Kaç yılda? Ve bu şehre “İhanet ederken” hangimiz hangimizi uyardık? Yoksa ganimet paylaşır gibi, payımıza düşeni yağmalamak mı daha şirin göründü? “Aziz İstanbul” diye diye canına okuduk şehrin. İlk gecekonduyu, ilk gökdeleni, ilk yeşil alan yağmasını yaparken, aslında deprem belâsı için hazırlık yaptığımızı düşünmedik. Ne dersiniz, Kanal İstanbul projesi hangi yılda İstanbul’un canına okuyacak, bu “çılgın proje”nin geleceğini biliyor muyuz?
Onun gibi fabrika, üç kuruş arıtma masrafı yapmamak için kimyasal atığını dereye boşaltırken, ya da gök yüzüne zehirli gazları salarken ülke için nasıl bela biriktirdiğini düşünmüyor.
Kaz Dağlarını madencilere verirken bilmem kaç yıl içinde ekolojik bir yıkıma imza attığımızı düşünmeyiz… “Kısa günün kârı” diye bir deyim üretmişiz halk olarak, o halk anlayışı devlet yönetimine da yansımamış olmaz… Nasılsanız öyle yönetilirsiniz…
Bir Kur’an ayeti şöyle:
“İnsanların bizzat kendilerinin işledikleri yüzünden, karada ve denizde çürüme ve bozulma başladı. Allah, belki geri dönerler diye yaptıklarının bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır.” (Rum suresi, 41)
“İnsanoğlu putunu kendi yapar kendi tapar” denilmiş. Başka yerde aramaya gerek yok, kendimize bakmamız lâzım İliç’teki can kayıplarını ya da çevre felaketini sorgularken…
Bir gün, aile yapısı ve nüfus alanında yaşanan gelişmelerin, yıllar içinde nasıl bir “Belâ biriktirdiği”ni ve o belanın insanlık adına telafisi çok daha zor sorunlara yol açacağını yazmak istiyorum. İnsanlık olarak yaşanan felaketlerin bir birikim dönemi var, onu görmeden ve süreç içinde sağlıklı tavırlar geliştirmeden sonuçlara ağlamanın faydası yok.