Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Malazgirt zaferinin 954. yıldönümünde yaptığı konuşmada “barış süreci” ile ilgili olarak şunu söyledi:
“Milletimiz de yürütülen çalışmaları dikkatli olduğu kadar son derece umutlu bir yaklaşımla yakından takip ediyor. Kimin sürece samimiyetle destek verdiği kimin de alakasız gündemlerle süreci zehirleme gayretinde olduğu milletimiz tarafından takip ediliyor. Türkiye, terör meselesini tamamen çözme yönünde yol aldıkça sabotaj artacaktır. Ne yaparlarsa yapsınlar bu sefer başaramayacaklar.”
Cumhurbaşkanı böyle “ortaya karışık” suçlamaları seviyor.
Bu süreci sabote etmek isteyenler kimlerdir, net bir tarif vermiyor, veremiyor.
Veremiyor çünkü ortada elle tutulur bir gelişme yok.
PKK’dan bir grup bir törenle silahlarını yaktı ancak silah bırakma işi devam ediyor mu, etmiyor mu, bunu kimse bilmiyor.
Belki de MİT ve askerler vasıtasıyla devletimizin yöneticileri silah bırakanların kaç kişi olduğunu; silah bırakma işinin nasıl sürdüğünü, silahların nasıl toplandığını biliyor ama bizlere söylemiyorlar. Bunu bilmiyorum.
Bunda bir sakınca da görmüyorum çünkü önemli olan silahların bırakılması, genç insanların ölmemesi.
Ancak ortada somut bir gelişme olmadığını da görmemek mümkün değil.
Bu amaçla kurulan TBMM komisyonu, sivil toplum kuruluşlarını dinliyor.
Sadece baroların görüşü alınırken neden İstanbul ve Ankara 2 nolu baroların görüşü dinlenecek de bu iki ilin gerçek baroları dinlenmeyecek, bunu anlamadım.
Komisyon eski TBMM başkanlarını da dinleyecek ki kuşkusuz yararlı olacaktır.
Yararlı olmasına yararlı olur ama burada bir “takdim tehir” sorunu var gibi geliyor bana.
Herkes konuşsun elbette ama elle tutulur somut öneriler üzerine konuşulsun diye düşünüyorum.
Üzerine konuşulacak konu çok geniş çünkü: Türkiye’nin şunca yıllık Kürt meselesi ve bu sorunun “birlik içinde” nasıl çözümlenebileceği gibi geniş bir alan.
Kendine özel kanuni düzenlemeler gerektiriyor.
Ayrıca en genel tanımıyla demokratik hakların kullanımı açısından da yeni düzenlemeler yapılması gerekecek.
Mevcut Anayasa’da bunların çoğu var ancak üzerindeki kısıtlamalar nasıl kalkacak?
Konuşmalar böyle somut bir çerçevenin üzerinde olduğu zaman anlamı artar ve sürece katkı verir.
Yoksa herkes konuşur, konuşur, konuşur.
Geçen gün Cumhurbaşkanı’nın Hukuk Başdanışmanı Mehmet Uçum bazı önerilerde bulundu.
En önemlisi bu sürece bir hukuki meşruiyet kazandıracak bir çerçeve kanun önerisiydi bence.
İçeriği elbette herkesin hukuk anlayışına göre tartışılabilir.
Ancak komisyonun CHP’li üyesi İzmir Milletvekili Salih Uzun bu fikre çok kızdı. “Hangi cüretle haddinizi aşıyorsunuz” diye sordu.
Aşırı bir tepki olduğunu düşünüyorum.
Uçum’un önerileri adı üzerinde bir öneri, talimat değil ki haddini aşmış olsun.
Bu önerinin çizdiği çerçeveye itiraz etmek elbette mümkün. Önerilen kanunun şöyle ya da böyle çıkarılması konusunda da eleştiriler yapılabilir.
Ancak şu tartışılmamalı sanırım: Herkes konuşacaksa afaki konuşmalar yerine somut öneriler üzerinden konuşup tartışmak daha sonuç alıcı olmaz mı?
Barolar görüşlerini açıklayacaklarsa bunu elle tutulur, somut kanuni düzenlemeler üzerinden yapsalar daha doğru olmaz mı?
Bunca yıldan sonra bu konuda kimin genel olarak ne düşündüğünü hâlâ merak eden kaldı mı, bilmiyorum ama ben şahsen merak etmiyorum.
Türkiye’yi izleyen, politikayla ilgilenen, “Kürt sorunu” diye tanımlanan meselenin ne olduğunu bilmeyen kimsenin kalmamış olması gerekir gibi geliyor bana.
Bugüne kadar bununla ilgili bir fikri olmayanın da zaten bundan sonra da fikri olmayacaktır.
Onun için zaman artık siyasi sorumluluk alıp, ortaya sorunu çözecek siyasi perspektifi koymak gerekir.
Bunu yapması gereken de her halde öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan olmalı.
Erdoğan ve ortağı Bahçeli, nasıl bir çerçeve içinde bu sorunu çözmeyi düşündüklerini açıklamalılar ki üzerinde konuşmanın bir anlamı olsun.
Daha önce de yazmıştım, tekrarlayayım: Komisyon, havanda su dövme komisyonu olmasın; elle tutulur, somut öneriler üzerinde anlaşsın ki bu iş sakız gibi uzayıp gitmesin.
* * *
Bakan Bey’in yanıtlaması gereken sorular
Ulaştırma Bakanı Uraloğlu, yediği 9 bin 267 lira trafik cezasının tutanağını paylaşırken “adını, soyadını, firma adını” niye kapatmış?
Ulaştırma Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, Ankara-Niğde otoyolunda 224 kilometre hızla gittiği anları sosyal medyada paylaşınca 9 bin 267 lira ceza yemiş.
Bunu kanıtlamak için de ceza tutanağını paylaşmış.
Ceza tutanağının bazı bölümlerinin karartıldığı görülüyor.
Tutanağı düzenleyenlerin ve ceza kesilenin kimlik bilgilerinin kapatılması normal bir hareket.
Aynı şekilde adres bilgileri de kapatılmış ki bu da normal.
Anlayamadığım konu “cezanın kime kesildiği.”
Tutanakta o bölge de kapatılmış.
O zaman haliyle insan şüpheye düşüyor: Yoksa bu ceza tutanağı Bakan’a kesilmedi de bir başkasına mı kesildi?
Bakan tutanağı kendi paylaştığına göre “adını, soyadını, firma adını” niye kapatmış?
Yoksa Bakan, kendisine ait olmayan bir araç ile mi geziyordu?
O zaman bu ayrıntıyı yine bilmeliyiz; “çıkar çatışması” var mıdır, yok mudur diye.
Malum “siyasi etik” meselesi giriyor devreye.
Çünkü kimse kimseye 200 bin Euroluk otomobilini “al da sürat rekorları kır” diye vermez.
Araç bakanın kendisinin miydi, bir ahbabının mıydı? Bu ahbabının iştigal alanı ile bakanlığın iştigal alanları örtüşüyor muydu?
Cevap vermezler ama sorayım dedim. Bir kenarda kaydı dursun diye!