Halk, sonuca bakar…

“Mesele düşman hukukudur. Onlar artık esirdir. Atatürkçülerin iktidarına karşı yapılan darbede esir düştüler. CHP iktidarında esirlerimizi geri alacağız.” Bu sözler Özgür Özel’e ait…

5 Ağustos’ta yayınlanan “Yakında Takke Düşüp, Kel Görünür” başlıklı yazımızda şöyle demişiz. Tekrar etmekte yarar var:

…Peki Özel’in bu iddiaları ‘alıcı’ buluyor mu? Buluyor. Araştırmaların pek çoğunda aynı sonuç ortaya çıkıyor: Türkiye’de adalet sistemine duyulan güvende sorun var.

İrtikap, suistimal, rüşvet, her türden yolsuzluk, sahte diploma gibi bir tanesinin bile insanı siyaseten yok edecek suçlamalarla, etkin pişmanlık yasasından faydalanan suç ortaklarının ‘İt yese kudurur’ türünden ifadeleriyle yerden yere çalınan Ekrem İmamoğlu için nasıl oluyor da Özgür Özel ve destekçileri sütten çıkmış ak kaşık durumu yaratmaya çalışabiliyorlar.

Bunun tek bir açıklaması var. Somut kanıtları ortaya dökecek olan iddianame bir türlü bitirilemedi…

Bilindiği gibi algılamayı zehirleyen ve her türden dezenformasyona zemin hazırlayan unsur müphemiyettir. Sadece kulaktan dolma kanıtlar ortalıkta dolaşıyor. Bu da doğal olarak İmamoğlu ve Özel’e sütten çıkma ak kaşık durumu yaratma fırsatı veriyor. Oysa vaat ve güven ikilisi konusunda yerlerde sürünen İmamoğlu ve Özel’in bu özellikleri ne hikmetse bir türlü ortaya dökülüp seçmenin dikkatine yeteri derecede sunulamıyor.”

Bizim yazıdan altı gün sonra, 11 Ağustos’ta, Sayın Devlet Bahçeli açıklamasında şu görüşün altını çizdi: “Türkiye’nin ağırlaşan, belediyeler başta olmak üzere pek çok alana yayılan ve yoğunlaşan hukuki davalardan süratle kurtulması, sonuçta adaletin eksiksiz tecellisi sağlanmalıdır.”

Devlet aklı ve kamu vicdanının sesini, “Terörsüz Türkiye” stratejisine yol açan çıkışından sonra bir kez daha dile getiren Bahçeli, toplumdaki adalet sistemine güvensizliği değiştirmenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.

Gecikmeler için birçok gerekçe ileri sürülebilir: “İmamoğlu savcının sorularını yanıtlamayarak işi uzatıyor”, “Adli tatil var… Yargı mensupları hiç mi izin yapmasınlar!”, “Bir anda yargı sisteminin kaldıramayacağı düzeyde bir yük oluştu”, “Personel sayısı yetersiz…”

Bunların hiçbiri kamu vicdanını tatmin etmez… Etmiyor… Halk, ‘5N1K’ ile de ilgilenmez… İstediğiniz kadar ne, ne zaman, nerede, neden, nasıl ve kim sorularının cevaplarını sıralayın, fark etmez… Halk, sonuca bakar…

Kediler ‘marka değeri’ne de iyi gelir

Geçen cuma “Uluslararası Kedi Günü” imiş… Bu vesileyle bazı firmalar gerek ‘konu yönetimi’ gerekse ‘ürün performansı’ kategorilerindeki iletişim çalışmalarını kedilere yoğunlaştırmışlar…

Migros’un evcil hayvan ürünü markası olan ve bugüne kadar internet üzerinden satış yapan Petimo’nun ilk fiziksel mağazası İstanbul Bağdat Caddesi’nde açılmış.

Kedilerle ilgili ikinci haber ise PETKIT’ten… Kedilerde böbrek hastalıkları ve idrar yolu enfeksiyonlarının belirtilerinden olan “idrarda gizli kan”, Firma’nın 3 saniyede sonuç veren akıllı kedi kumu sayesinde evde tespit edilebiliyor, böylece de erken teşhisin önü açılıyormuş.

Gelelim üçüncü habere… Royal Canin’in yayınladığı araştırma sonuçlarına göre; kediler, sahiplerinin yaşam süresini uzatıyormuş. Şöyle ki; 2.400 kedi sahibiyle yapılan uzun dönemli bir çalışmada, geçmişte veya hâlen kedi sahibi olan bireylerin kalp krizi ve felce bağlı ölüm riskinin, kedi sahibi olmayanlara göre anlamlı biçimde daha düşük olduğu tespit edilmiş.

Kediler, kaygı ve depresyonla mücadelede de önemliymiş. Araştırmalar, hayvan sahiplerinin (ifadeler bize ait değil) daha yüksek benlik saygısına(!), olumlu öz-imaja(!) ve daha düşük yalnızlık düzeyine(!) sahip olduğunu ortaya koymuş.

İnsan-Hayvan Bağı Araştırma Enstitüsü’nün (HABRI) anketine göre, aile hekimlerinin yüzde 87’si hayvanların hastalarının ruh hâline olumlu katkı sağladığını belirtmiş. Kedilerle kurulan bağın, özellikle gençlerde ve yaşlılarda bir ‘amaç duygusu’ kazandırdığı; sosyal izolasyonu azalttığı ve ruh sağlığını iyileştirdiği gözlemlenmiş.

Dünyada 600 milyondan fazla, Türkiye’de ise yaklaşık 10 milyon kedi insanlarla birlikte yaşıyormuş… Ayrıca İstanbul’un işlek caddelerinde dolaştığınızda fark ediyorsunuz ki; birçok dükkân, esnaf bir kediyi sahiplenmiş durumda… Sokakta bakılanlar da cabası…

Son birkaç yazdır hafta sonlarını Büyükada’da geçirmeye gayret ediyoruz… Bir arkadaşa tam “Büyükada demek, kedi demek” demiştim ki; “Kuzguncuk demek de kedi demek Ali Bey” diye cevap verdi… Sonra bir baktık; ‘İstanbul demek, kedi demek’ olmuş…

Sonra da Ceyda Torun’un 2016 yılında hazırladığı, dünyadaki çeşitli festivallerde gösterilen “Kedi” belgeselinden (https://tinyurl.com/s6kfm76w) bahsetti. Onu ararken THY’nin önceki yıl yayınladığı 32 saniyelik “İstanbul’un Kedileri” videosu (https://tinyurl.com/5b7kfudk) ve “Kediler Şehri İstanbul” (https://tinyurl.com/bde39htf) başlıklı blog yazısı gözümüze çarptı… Tabii Ayasofya Camii’nin kedisi Gli’yi de hemen hatırlayıverdik. Dinimizde de kedilerin özel bir yeri vardır… Peygamber Efendimizin Müezza adını verdiği kedisinin hikâyesini bilmeyen yoktur… Hayvan sevgisinin, şefkatin en güzel örneklerinden biridir… İnancımıza göre; kedi beslemek sünnettir.

Bu ‘konu’yu iyi değerlendirmek, doğru yönetmek şehir markasına büyük faydalar sağlayabilir, turizme katma değer getirebileceği gibi ‘soft power’a (yumuşak güç), dolayısıyla algılanma ve itibarımıza olumlu etki edebilir… Bütün bunlardan ötede insanın içindeki olumsuz duyguları törpülemekte işe yarayabilir… Doğru yönetilirse…