Gelecek haftasonu yapılacak belediye seçimlerini “cehennemden önce son çıkış” diye abartmak, bence de yersiz. 14-18 Mayıs 2023’te o cehennemin kapıları kapatılamadı, güzel esiyor, alevli cereyanda oturmaya devam ediyoruz. Ama bu seçimleri önemsizleştirmek, bunların sonucunu ülkemizin demokrasisi ve muhalefeti bakımlarından küçümsemek, ikincil varsaymak da bence yanlış.
Bu seçimlerin siyasal odağı İstanbul. İmamoğlu kazanırsa, kendi bunu açıkça duyurmaya gerek duymadan, cumhurbaşkanı adayı olacak. Kendiliğinden “adaylaşacak.” Böylece muhalefetin seçimle Erdoğan’ı değiştirmek yahut Erdoğan dönemini seçimle kapatarak, cumhuriyeti demokrasiye kavuşturmak patikasına girebilmek umudunu diri tutacak. Ölüyü diriltecek, geçmişi geri getirecek değil ama hiç yoktan mezarda bir gül açtıracak.
Başkanlık için İBB’den daha iyi “şehzadelik” konumu veya daha iyi “kampanya trampleni” olamaz. Başkanlık sisteminin cilvesi olarak belki, buna CHP genel başkanlığı makamı da dahil. İstanbul’un nüfusu aşağı yukarı Hollanda’ya denk, Avrupa’da İstanbul’dan kalabalık sayılı ülke var. İstanbul, Türkiye’nin refahının yarısı, nüfusunun beşte biri demek. Tüm Türkiye İstanbul’da temsil ediliyor.
Buna karşılık, cumhuriyetin dev bir belediye olmadığını anımsamakta yarar var. 15 Temmuz 2016 hengâmesinin ardından tekme-tokat geçilen başkanlık yani Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun vurguladığı biçimde “patrimonyal sultanizm” rejiminde, kim olursa olsun, Erdoğan’ın ardından gelip, bu olağanüstü yetkilerle o koltuğa oturacak kişi illa ki “II. Erdoğan” olacak. Görünürde İmamoğlu’ndan başka bir seçenek var mı? Yok. Demek ki İmamoğlu, Prof. Dr. Özer Sancar’ın deyişiyle seçildiğinde zoraki “II. cumhuriyetin banisi” de olacak.
Üstelik cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası hemen 1 Nisan’da başlayacak. Hem bu durum, hem cumhuriyeti uçurumun kenarından çekip alma gerçeklerine uygun bir “aciliyet” duygusuyla davranmak zorunlu olacak. Öyleyse 1 Nisan’dan başlayarak artık, İmamoğlu kampında yerel yönetim diplomasisinin protokoller ve tanıtım eksenli gereklerini yerine getirmenin ötesine geçecek derinlikte bir kavrayışla, tümleşik bir ulusal güvenlik anlayışına gereksinim duyulacak.
Ulusal güvenlik kavramı dış politika, milli savunma ve istihbarat boyutlarıyla bir bütün. Yoksa zabıtayı idareden zaptiyenin komutasına terfi etmek değil. Bu alan, “seçilmiş monark” konumundaki cumhurbaşkanının ayrıcalıklı alanı. Kararları doğrudan onun ihtiyârında kalacak bir alan.
Kurucu önder cumhuriyetin temellerini Fransa III. Cumhuriyetine öykünerek atmıştı. Bizde, diğer pek çok şey gibi hatta Soğuk Savaş’ın buralarda bitememesi gibi, alelusul gecikmeli biçimde oradaki V. cumhuriyete geçişin tuhaf, çarpık, Avrasyacı, islâmcı bir benzeri de 15 Temmuz 2016 sonrasında başkanlık rejimine geçişle yaşandı.
Fransa, V. cumhuriyete geçişin alt anlatılarından olarak 20 yıllık kesintisiz savaşlarla Çin Hindi sömürgelerini ve peşine Cezayir’i yitirmişti. Darbe ve iç savaş tehlikeleri atlatmıştı. İsyan bastırmanın, “anti-sübversif” operasyonların resmen kitabını yazıp, Vietnam Savaşı başlarken ABD’ye ve 70’lerin korkunç Kondor Operasyonu’yla Latin Amerika askeri diktatörlüklerine de dersini vermişti. O günden bugüne gelindiğinde de halen kendi içindeki eşit anayasal yurttaşlık ve laiklik meselelerini çözebilmiş değil.
Bizde de, Kürt yurttaşları ve Kürt siyasal hareketini de içerecek biçimde, “devlet tapıncı” halen geçer akçe. “Derin devlet” heyûlalaştırılıp, efsaneleştiriliyor. “Rutin dışına çıkan devlet” anlatısı kanıksanmış durumda. “Hikmet-i hükümet” yerine “devlet aklı” galat-ı meşhuru yerleşik kılındı. Yukarıda değindiğim “anti-sübversif” yaklaşım, “özgürlük-güvenlik denklemi” safsatası, takozuyla yurttaşı ürkütüp devletin çelik kollarına sürmek uygulaması, hepten zıvanadan çıkılan 90’lardan (özellikle de 1993) bu yana dolaşımda.
Daha da yakın ve görünen varoluşsal tehdit, bunun bir de artık islâmcılıkla harmanlanmış oluşu. Yeni cumhuriyet kurulacaksa, veya cumhuriyet yeniden kurulacaksa onun “banisi” işte bu nedenlerden ötürü temiz bir sayfa açarak işe girişip, deyim yerindeyse “tabula rasa” yaparak tüm bu safsataların yerine çağdaş bir “ulusal güvenlik” kavramı koymak ve onun bürokratik yönetimini şimdiden planlamak durumunda.
Türkiye gibi bir bölge devinin ulusal güvenlik politikaları “PKK silâhlı tehdidini Irak ve Suriye’de (de) bitirme” tek boyutuna indirgenemez. Başlığa bu yazılarak yahut “La sesi” verir gibi, besmele çeker gibi icraata bununla başlanarak, tüm öncelikler buna göre dizilemez. Sonuçta ABD Suriye’den tümüyle çekilip, YPG ile perakende ve zoraki ilişkisini sona erdirebilir. Ama bir bakarsınız “İran’ı dengelemek” adı altında bir savaşa istemdışı asker yazılmışsınız.
Ayrıca eğer siz Kavala ve Demirtaş’la simgeleşen binlerce kişiyi ilanihaye zindanda tutar, Barış Akademisyenleri’ni medeni ölüme mahkum eder, Boğaziçi’nden başlayarak en güzide üniversiteleri imam-hatip meslek lisesine indirger, pandemide canlarını hiçe sayarak adeta dalga dalga cepheye koşarak ulusunuzu ayakta tutan hekimlerinizi yurtdışına kaçırırsanız, ihaleden yağma, iletişimden propaganda anlarsanız, ya ikinci sınıf bir Ortadoğu ülkesine veya en fazla o pek bayıldığınız Körfez ülkelerinden birine dönüşürsünüz; veya “ligden çekilmiş” olarak devam edersiniz top oynamaya.
Finlandiya’dan Yunanistan’a bir F-35 sınırı çekilir, Romanya’ya NATO üssü yapılır, Avrupa Birliği (AB) heyeti Kahire’ye gider, AB genişlemesi Bosna-Hersek, Ukrayna, Moldova, Gürcistan’la devam eder, vergi yükünü omuzuna yıktığınız beyaz yakalınız tatilde bir hafta vizesiz gidilebilen on Yunan adasına akın eder, çocuklarını da kendi iflası pahasına önce özel okullara ardından yurtdışına eğitime gönderir, siz de aval aval bakarsınız. Hafriyattan anladığınız ama inşaattan hiç çakmadığınız yeniden ortaya çıkar.
Bu kafayla, “Anadolu aslanı” değil -haydi kibar tabirle- ancak “Şark kurnazı” olduğunuzu düvel-i muazzamaya kanıtlarsınız. 1923 Lozan, 1926 Musul-Kerkük, 1930 Nahçıvan, 1936 Montrö, 1939 Hatay, 1949 Avrupa Konseyi, 1952 NATO: Şu otuz senelik kurucu diplomasi ve ulusal güvenlik deparının eşi yok. Ama yüz sene sonra gelip otladığımız yaylaklara, oynadığımız lige bakınca “Türk gibi başla Alman gibi bitir” deyişinin anlamı da zihinde billurlaşıyor.
Özcesi, İBB seçimini kazanmaktan yeni cumhuriyetin kuruculuğuna bir yol var. Bu misyonu tamamına erdirmek için İBB’den daha iyi bir staj yeri ve sıçrama tahtası da yok. Ulusal güvenlik kavramı, o yeni cumhuriyet mega-tasarımının taşıyıcı sütunlarından biri. Ulusal güvenlik, dış politika, milli savunma ve istihbarat sacayağının çatısı. Bunun öncelikli dosyalarında neler yapılacağını ve yapılanmasını İmamoğlu’nun 1 Nisan’dan itibaren düşünüp, çalışmasında herhalde yarar olacak.