Cumhuriyet Halk Partisi 40 katır mı, 40 satır mı?

Geçtiğimiz yıllarda Gaziosmanpaşa Merkez Camii’nde cuma namazına gitmiştim. Namaz çıkışında bir kişi yanıma geldi, selamlaştık. Kendisinin İstanbul’da Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir ilçe başkanı olduğunu söyledi ve siyasetin geleceğine dair bazı öngörülerde bulundu.

Öncelikli olarak ele aldığı mesele, parti içerisindeki Alevi–Sünni gerginliğiydi. Kendisi Sünni bir ilçe başkanı olduğunu ve bu iç rekabette zorlandığını ifade etti.

Fakat Cumhuriyet Halk Partisi için bundan daha büyük bir tehlike olduğundan bahsetti. Bu yeni tehlike karşısında Cumhuriyet Halk Partililerin şaşkına döneceğini, meseleyi anlamakta zorlanacağını ve başlarına birçok felaket geleceğini ifade etti.

“Ben çocukluğumdan beri Cumhuriyet Halk Partisi’nde siyaset yaptım. Her kademesinde bulundum ve bir yönüyle de partinin geleneğini, kültürünü, hizmetlerini; bütün yönlerini detaylarıyla bilen birisiyim”.

“Bugüne kadar Cumhuriyet Halk Partisi’nde hizipler ve gruplar, parti kültürü içerisinde kendi aralarında çatışma içerisindeydiler. Ancak bu çatışmalar, eninde sonunda bir şekilde çözülüyordu”.

“Artık partide yeni bir durum var: İçimize, sağcı ve müteahhitlik kültüründen gelen, paranın bütün meseleleri çözeceğine ve paranın satın alamayacağı kimsenin olmadığına inanan bir zihniyet girdi”.

“Bugün dost-düşman herkes bilmektedir ki Sayın Kılıçdaroğlu partimize hâkimdir. Mustafa Kemal Atatürk bile rekabete girse muhtemelen Kılıçdaroğlu’na karşı kaybeder”.

“Fakat partideki yeni durum, bu var olan düzeni alt üst edecek güçtedir. Bir gün Cumhuriyet Halk Partisi’nde büyük kurultay yapılacak. Kurultaydan bir gün önce herkes Kılıçdaroğlu’nun kazanacağına inanacak. Ancak gece delegelerin evine bir misafir gidecek; akşam Kılıçdaroğlu taraftarı olarak yatan delegeler, ertesi sabah İmamoğlu’cu olarak kalkacaklar. Bu durumdan çok endişeliyiz.”

CHP’de delege avcılığı da olur, rekabet de olur. Zaman zaman irili ufaklı yolsuzluklar da yaşanır. Fakat CHP’de bir partili 100.000 dolarlık bir usulsüzlük yaparsa, öbür partili onu kıskanır ve şikâyet eder. Yolsuzluklarımız tabiri caizse “entelektüel yolsuzluk” seviyesinde kalır.

Ancak müteahhitlik geleneğinden gelen ve binlerce müteahhitle ittifak hâlinde olan bir grubun elinde bugün 400-500 milyarlık bir bütçe var. Bu bütçeyi “zehir gibi” kullanmayı bilen bir başkanın elinde bu durum çok daha tehlikeli.

Cumhuriyet Halk Partisi ilçe başkanının anlattıklarını o gün zihnimizin bir köşesine yazdık. Bugün partinin düştüğü durumu gördükten sonra bu meseleleri yeniden hatırladık.

CHP’liler, içinde bulundukları durumu genellikle hükümet üzerinden tanımlamaya meyilli. Yine yakın zamanda partinin İstanbul’la ilgili çok detaylı bilgilere sahip, gelenekten gelen bir CHP’li arkadaşım son durumu değerlendirirken şu ifadeyi kullandı:

“Partide bugün mahkemeye muhatap olan kişilerin birçoğuyla dostluğum var. Onların gözlerinin içine bakarak şu soruyu sordum: ‘Bir adamın hırsı yüzünden başınıza gelecek bunca çileyi çekecek misiniz? Bu durumu hak ettiniz mi? Bugüne kadar parti içerisinde önemli görevler almış ve etkinliklerde bulunmuş insanlar olarak bu müteahhit grubun hırsına teslim mi olacaksınız, yoksa CHP’ye geri mi döneceksiniz?’”

Bu soruyu arkadaşlarına sorduktan sonra İstanbul soruşturmasıyla ilgili enteresan bir analizde bulundu:

Bugün mahkemeye muhatap olan herkes, başlarına gelecek durumun farkındaydı. Bu kişileri bu noktaya getirenler, 1-2 reklamcı oldu. Sayın başkanı göreve geldiği ilk günden itibaren Cumhurbaşkanlığı adaylığına teşvik ettiler. Hiçbir icraat yapmadan, daha başkan olduğu ilk gün İstanbul’a hizmet etmek yerine Cumhurbaşkanlığı kampanyası başlatıldı. Bütün parasal kaynaklar ve imkânlar bu amaçla seferber edildi; ortaya çıkarılan kara para da bu yolda kullanıldı.

Bir yönüyle başlarına neler geleceğini biliyorlardı. Bir gün mahkemelerin konusu olacaklarını öngörüyorlardı. Bu yüzden olağanüstü bir siyasal kampanya başlatarak kendilerini dokunulmaz hale getirebileceklerine inandılar.

Hatırlarsanız İstanbul’a bir başsavcı atandığında, İmamoğlu ve çevresi olağanüstü derecede bir savcı düşmanlığı sergiledi ve karşı kampanya başlattı. Galiba Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir savcıya doğrudan düşmanlık besleyen ilk organizasyon oldular.

Özetle bugüne gelecek olursak, CHP alışık olmadığı bir müteahhit grubuyla karşı karşıya geldi. Partinin hizipçi geleneğini ve iç çatışmalarını aşan bir durum ortaya çıktı.

Kendilerini “yenilikçi” olarak adlandıran gruplar, paranın gücüyle herkesin satın alınabileceğine inanıyor. Bu satın alma sürecini sn. Meral Akşener’in bir ifadesiyle taçlandıralım: Meral Hanım, İbrahim Özkan’ı kamuoyuna açıkça şikâyet ederek MASAK’a çağrı yaptı; “Bu adamın hesaplarını inceleyin, partimin içinü boşalttı ve CHP’ye sattı” dedi.

Yerel seçimleri ve Türkiye’nin siyasi geleneğini bilen biri olarak şunu iddia edebilirim: İstanbul’daki seçimlerin kazanılması, özellikle ilçelerin en az yarısının alınması, büyükşehir kaynaklarının siyaset amaçlı yüksek derecede kullanılması sayesinde mümkün olmuştur. Fatih Belediye Başkanı Ergün Turan’ın şu sözü dikkat çekicidir:

“Fatih’te bir dönem belediye başkanlığı yaptım. Rakibim devlet memuruydu. Kampanya sürecine devlet memuru olan rakibimle baş edemedim.” Sınırsız bir para kaynağı kullanıyordu.

İstanbul’daki kampanyalarda CHP sadece kendi kampanyası için yüksek miktarda para harcamadı; aynı zamanda AK Parti’den oy koparma ihtimali olan küçük partileri de ya satın aldı ya da onların kampanyalarına oluk oluk para aktardı.

“Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur” derler. İmamoğlu belki belediye başkanlığını düzgün bir şekilde yürütüp ardından CHP’ye genel başkan adayı olsaydı, hem genel başkan olurdu hem de Cumhurbaşkanı olma ihtimali yüksekti. Ancak çevresi ve arkadaşları onu o kadar hırslandırdı ve motive etti ki, normal şartlarda kazanabileceği başarıları ve siyasi ikbali, hırsla; belediye bütçesini ve açığa çıkan yolsuzlukla zorla elde etmeye çalıştı.

Neyse ki bu kadar başıbozukluğa, bu kadar hırsa ve kamu kaynaklarının bu denli hoyratça kullanılmasına rağmen hukukun ve adaletin varlığını görmek insanı rahatlatıyor. Zaman zaman “İyi ki hukuk varmış, iyi ki adalet varmış” diyorsunuz.