Kesinlikle kötümser bir psikoloji ile söylemiyorum ama Avrupa Birliği ve demokrasi tartışmalarının, en azından şu ortamda Türkiye için kesinlikle lüks olduğu kanaatindeyim.
Evet Türkiye, zaman zaman darbelerle kesintiye uğramış olsa da 70-80 yıllık bir demokrasi tecrübesine sahip. Özellikle çok partili hayata geçildiği günden buyana iktidarlar, millet iradesinin tecelli ettiği sandıklara göre belirleniyor. Son yıllarda halkın tercihlerini manipüle eden bazı talihsizlikler olsa da bugün itibariyle sandıklara hala tekme atılmış değil.
Bu önemli bir gösterge elbette, ancak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte Türkiye’nin hukukta, insan haklarında, özgürlüklerde 80 yıl geriye gittiği de bir gerçek.
Darbeleri, vesayet dönemlerini geride bıraktık derken, öylesine bir ‘otoriter vesayet’ e mahkum olduk ki ‘hukukun üstünlüğü’ nü, ‘kuvvetler ayrılığı’ nı, denge-denetleme sistemini neredeyse tümden kaybettik.
Haliyle böyle bir atmosferde Avrupa Birliği’ni, demokratik kriterleri ve normal işleyen bir demokrasiyi hayal bile edemiyoruz. Doğal olarak “acaba bir gün bu otoriter sistemden kurtulabilir miyiz” diye bir umut var sadece içimizde o kadar…
Zamanın ruhu dikkate alındığında, bu umut da bir teselliden öte bir anlam taşımıyor. Ayrıca bizim gibi demokrasi kültüründen gelmeyen ülkelerde, toplumların insan hakları temeline dayalı bir ‘hukuk devleti’ talebinin olduğu da şüpheli…
Bu yüzden iktidarın zaman zaman “Avrupa Birliği hedefinden vazgeçmedik” benzeri açıklamalarını çok sahici bir hedef olarak görmek ne yazık ki pek mümkün değil.
Nitekim Avrupa Parlamentosu (AP), Türkiye’ye yönelik sert eleştiriler içeren yıllık raporunu onayladı. 367 parlamenterin kabul oyu verdiği, 74’ünün ise ret oyu kullandığı 27 sayfalık rapor, özellikle insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularında yoğun eleştiriler barındırıyor.
Türk yetkililerin, ülkeyi daha otoriter bir yönetime doğru sürüklediği iddiasına da yer verilen raporda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ’na yönelik siyasi baskıların, yaklaşan seçimler öncesinde meşru bir rakibin önünü kesme çabası olarak değerlendiriliyor.
Raporda ayrıca, üyelik kriterlerinin pazarlık konusu yapılamayacağı belirtildi ve bu kriterlerin stratejik veya jeopolitik gerekçelerle esnetilemeyeceği vurgulanıyor.
İspanyol parlamenter Nacho Sanchez Amor ’un hazırladığı rapordaki şu ifadeler oldukça dikkat çekici: “Türkiye makamları AB üyeliği konusunda kararlılıklarından söz ediyor, ancak üyelik demokrasiye bağlıdır. Ülkede otoriter eğilimlerin güçlendiği bir ortamda bu hedeften uzaklaşmak söz konusu olur.”
Kuşkusuz Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasını yakından izleyenler açısından bu tür raporlar hiç de şaşırtıcı değil. Aslında yıllardır değişen bir şey yok. Geçmişte de AB’nin benzer raporlarıyla karşılaştık, o gün Türkiye “yarı askeri rejim” olarak tarif ediliyordu, bugün ise ‘otoriter rejim’ olarak tarif ediliyor.
Hala bir arpa boyu mesafe alabilmiş değiliz yani… Her ne kadar Türkiye, raporun ‘çarpıtılmış’ ve ‘gerçek dışı’ iddialara dayandığını söylese de halen Türkiye’de yaşanmakta olan hukuksuzlukların üzerini örtmeye yetmiyor.
Biliyoruz ki Türkiye ‘Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ nde yedi yıldır gerilemeye devam ediyor ve 173 ülke arasında 148. sırada. Aynı şekilde Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün hazırladığı 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde de Türkiye, 180 ülke içerisinde 158'inci sırada yer alıyor.
Sadece bugün değil, geçmişte de biz ülke olarak AB raporlarını, hukuk ve özgürlük endekslerini hep maksatlı ve taraflı olarak niteleyip, “dış güçler” hamasetiyle kendimizi demokrasi ülkesi olduğumuza inandırmaya çalıştık. Ama Türkiye’nin demokrasi azlığı ve özgürlük fukaralığı hiç değişmedi.
Talihsizlik şu ki bir taraftan “dış güç” olarak tanımladığımız Avrupa Birliği’ne girme hayalleri kurduk, bir taraftan da AB’nin ‘demokratik kriterleri’ ni yok sayarak gazetecileri, siyasetçileri, gençleri, belediye başkanlarını, ifade özgürlüğü hakkını kullananları hapse atmaya devam ettik.
İktidar dahil herkes çok iyi biliyor ki yasamanın, yargının, yürütmenin tek kişide toplandığı bir ülkenin demokrasi liginde yer alabilmesi asla mümkün değildir. Öyle anlaşılıyor ki şimdi PKK’nın kendini feshetmesinin ardından, yine hep birlikte bol bol demokrasi ve AB muhabbeti yapmaya…
Galiba AB’ye giremesek de canımız sıkıldığında AB muhabbeti yapmak hepimize iyi geliyor!..