“Allah’ın lütfu” ve inat siyaseti

Bir cumartesi sabahına yine yeni operasyon haberiyle uyandık. “İBB Soruşturması” adı altındaki “turp zorlaması” veya CHP’nin tanımladığı gibi “darbe girişimi”, anlaşıldığı kadarıyla kaldığı yerden ve “bilindiği gibi” devam ediyor. İBB eski ve mevcut bürokratlarını, tutuklu yakınlarını ve bazı iş insanlarını kapsayan onlarca kişi gözaltına alındı. Öncelikli olarak İSKİ yöneticilerinin gözaltına alınması, manidar denilerek geçilemeyecek kadar kaba bir zamanlamayla yapıldı. İSKİ, Kanal İstanbul güzergahında ve Sazlıdere Barajı havzasında TOKİ’nin başlattığı konut inşaatları için yıkım kararı almış ve bunu tebliğ etmişti. (Araya kaynamasın ve altını kalınca çizeyim: Çok güzel hareketti) Hemen sonrasında -son yıllarda sık sık gördüğümüz gibi- işini yapan İSKİ’nin yöneticileri gözaltına alındı. Seçmene “kimi seçeceğinize biz karar veririz” dendiği gibi herkese “işinizi yapıp yapamayacağınıza biz karar veririz” deniyor.

CHP’den verilen ilk tepki, “İBB’nin çalışamaz hale getirilmek istendiği” ve asıl sebebin Kanal İstanbul olduğu yolunda. Kayyım atama hamlesini geri çekmek zorunda kaldığı düşünülen iktidar, fiili kayyım düzeni yaratmak niyetinde. Yeni operasyonunda eskisi gibi zayıf olması, iktidarın çaresizliğine yorulabilir ama yolundan dön(e)meyeceğine kanıt da sayılabilir. Bu operasyonu, Silivri Depremi sırasında ve sonrasında yaşananlarla birlikte düşününce, tablo biraz daha belirgin ve aslında epey de rahatsız edici. İktidarın -aslında bütün benzer yönetimlerin- endişeden, korkudan fayda temini konusundaki tecrübesini, deprem vesilesiyle yeniden tedavüle sokacağı anlaşılıyor. İktidarın bundan sonra yapacaklarına aranan cevaplar ve iç dengelerindeki gelişmeler de bu gündemle birlikte düşünülmeli.

“Ehil ele” kim karar verecek?

Son günlerde -herkesin üzerinde birleştiği gibi- 19 Mart hamlesiyle istediği sonucu alamayan iktidarın ne yapabileceği hakkında yoğun tartışmalar yapılıyor. Bu meselenin de yıldızı olan Bahçeli, deprem gündeminin nasıl kullanılabileceği konusunda ilk işareti verenlerden: “Gündelik siyasetin polemikleriyle, ikbal ve rant hedefiyle şehremini vazifesini ihmal edenler İstanbul’u risk, tehdit ve tehlike girdabına göz göre göre teslim etmişlerdir. (…) Devlet-millet dayanışmasıyla, dahası İstanbul’un ehline ve hak eden ellere emanetiyle olası felaketlerin üstesinden gelmek mümkündür.” Bahçeli bu sosyal medya paylaşımını deprem günü saat 21:20’de yaptı, hemen sonrasında veya aşağı yukarı aynı saatlerde Erdoğan da, İstanbul AFAD Merkezi’ndeki toplantıda karşımıza çıktı.

Erdoğan AFAD

Kemal Can yazdı: “Allah’ın lütfu” ve inat siyaseti

İBB’den Başkan Vekili ve herhangi bir yetkilinin çağrılmadığı toplantıda Erdoğan’ın sağ yanında -yerel seçimi hezimetle kapatan- Şehircilik Bakanı Murat Kurum vardı. Ancak -normal şartlarda- yadırgatıcı olacak başka katılımcılar masanın baş köşelerine yerleşmişti: AKP Genel Başkan Vekili Efkan Âlâ, AKP Sözcüsü Ömer Çelik ve AKP İstanbul İl Başkanı. Erdoğan, Bahçeli’nin “ehil eller” açıklamasının ardından, AKP Genel Başkanı şapkasıyla “duruma el koyma” fotoğrafı çektiriyordu. AKP İl örgütü de sadece kendi partilerinin belediyelerinin telefonlarını paylaşarak meseleye yaklaşımlarını zaten ortaya koymuştu. İktidar medyası ve sosyal medya operasyonu, vakit kaybetmeden yirmi beş yıllık yerel ve genel Erdoğan iktidarını unutup, İmamoğlu’nun beş yıldır deprem için hiçbir şey yapmadığını anlatmaya başladı.

“Siyaset dışı” mesele ve Allah’ın lütfu

Erdoğan ve ekibinin “deprem siyaset dışı mesele” açıklamaları, bu krize de “Allah’ın lütfu” muamelesi yapacaklarını gösteriyor. Defalarca gördüğümüz gibi, ne zaman bir meseleye “siyaset dışı” denilmişse, arkasından çok kaba bir siyasi fayda hesabı çıkıyor. Önce konunun nasıl ve kim tarafından siyasileştirileceğine karar veriliyor ve n zemin buna göre şekilleniyor. Bir taraftan muhtemel beceriksizlikleri örtmek ve eleştirileri baştan durdurmak diğer yanda ise yapılacak her türlü -muhtemelen hukuksuz- hamleye meşruiyet kazandırmak. Deprem vergisi koymak, dezenfektan veya aşı satmak ve yardım şantajı yapmak gibi süfli ekonomik faydalar da eşlik ediyor hesaplara. Muhtemelen önümüzdeki günlerde konjonktürün sisinden faydalanarak, bir dizi yeni hamle yapılacak. İBB iyice yetkisiz ve etkisiz hale getirilmesi yanında, “ehil el” kararını kimin vereceği hatırlatılacak. Bu durum, 2015 yılında “beğenilmeyen seçim yenilir” diyen yeni “milli irade” yaklaşımının devamı aslında. “Yine sonuç alamazlar” demek ise yapmayacaklarını göstermez.

Belediye bürokratlarını gözaltına almak veya gözaltına alınabileceklerini hatırlatmak, sadece insanların “mangal yürekli” olmalarını veya “sadık” olmalarını bekleyerek aşılabilecek bir mesele değil. Konu, kişisel cesaret ve dayanıklılık meselesi haline getirilemeyecek kadar ciddi bir siyasi operasyon. Siyasete siyasi veya siyaset dışı araçlarla yapılan müdahale -ki “darbe girişimi” tam da böyle bir şey- ancak siyasi karşılıkla cevaplanabilir. 19 Mart sürecinde herkesin -hayret verici şekilde yeni- idrak ettiği veya kabul ettiği hakikat budur. Fakat darbe, geçici olarak geriletildiğinde değil, bütün enstrümanları kullanılamaz olduğunda “geçmiş” veya püskürtülmüş sayılabilir. İnandırmak veya rıza üretmek ihtiyacı olmayan, mahcup olmaktan çekinmeyenler ise sadece psikolojik ya da ahlakı üstünlükle yenilemez. Ayrıca hayatın ve koşulların yarattığı vasat, başka konjonktürde muteber olabilecek “müzakerenin”, geçerli (ya da saygın) siyasi araç olmasına izin vermeyebilir. Küçük, çok uzak ve zayıf ihtimaller, yüksek alım fırsatı olarak pazarlanınca -en azından kısa vadede- çok tuhaf hatta komik görünür.

“Turp zorlaması” ve “inat siyaseti”

19 Mart zorlamasıyla hatta ters tepmesiyle eş zamanlı olarak Kanal İstanbul gündeminin tedavüle sokulması, bir tarafıyla artık dizginlenemeyen tepki ve itirazın sönümlenmemesine iktidarın katkısı anlamına gelebilir. Hatalar zincirine devam ettiği de düşünülebilir. Ancak aynı zamanda -tıpkı 2013’te Topçu Kışlası için olduğu gibi- Erdoğan tarafından açıkça ifade edilen “inadına yapma” kararlılığını gösteriyor. Ekrem İmamoğlu’nun “hapishanede olmamı fırsat bilerek” diye yorumladığı “inat siyaseti”, Erdoğan’ın “zor zamanlarının” daimi sığınağı. Attığı adımlar, yaptığı hamleler istediği sonucu vermeyip zayıflık işareti sayılınca ve önce karşısında sonra kendi tarafında “hatalarından” bahsedilmeye başlanınca, hemen inada sarılıyor. Siyasi muhataplara müzakerenin de mücadelenin de sınırlarını göstermenin en kestirme yolu bu. Sonuç alamasa bile “işe yaradığı” fikri değişmiş değil.

Karşı karşıya kalınan tablo, iktidarın deprem vesilesiyle çok bildik fırsatları değerlendirmeyi düşünmesiyle veya İBB operasyonuyla sınırlı görünmüyor. Geçtiğimiz hafta içinde muhalefet kamuoyunun sinir uçlarına dokunan, dokunmayı çok arzulayan başka gelişmeler yaşandı. “Sezaryen yerine normal doğum” ile başlayan tartışma, Sağlık Bakanı’nın “aile kime denir” yorumuyla devam etti. Milli Eğitim Bakanı “iktidara geldiklerinde başörtülü insanların tekrar okula alınmama riski var” diyebildi. Avukatlara açılan soruşturmalara bakan avukatlar gözaltına alındı. Yine haber takibi yapan gazeteciler gözaltına alındı. CHP Kurultayı Davası devam ettiriliyor. Selahattin Demirtaş’a yeni davalar açıldı. Belediye bürokratları ve bazı iş adamları “içeri alınarak” itirafçı ya da savcılık tanığı yapılmaya çalışılıyor. Tutuklular aileleriyle tehdit ediliyor.

barikat

Kemal Can yazdı: “Allah’ın lütfu” ve inat siyaseti

Barikatı aşan nereye gidecek?

Depremin olduğu gün 23 Nisan’da, 1. Meclis önünde toplanmaya ve Anıtkabir’e yürümeye yasak getirildi. CHP’li vekillerin barikat kelepçelerini kesmesi, yasaklanan yolu açtı ama polisin aynı biçimde davranmasının önünü kapatmıyor. Hala öğrencilerin bir kısmı -ciddi sağlık tehlikeli olanlar da dahil- hapiste. Anayasal hak olduğu hatırlanan ve hatırlatılan gösteriler için, gözaltı ve tutuklama için “hukuki” dayanak sağlayacak yasal düzenleme hazırlanıyor. Ankara’daki eylemlerde bir göstericinin kameralar önünde işkenceyle ve neredeyse soyularak gözaltına alınması ardından, valilik “o şahıs aslında erkekmiş ve bizde kaydı varmış” diye açıklama yapabiliyor. Yani soyularak gözaltına alınma ve darp kriterleri, cinsel yönelime bağlı olarak değişebiliyormuş. Bu bahanenin, resmi bir açıklamada ve “iyi o zaman” denmesi beklenerek kullanılabilmesi ise yapılan hukuksuzluğun kendisinden bile beter.

Haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, hızı ve ritmi değişmekle birlikte devam ediyor. Bu yolda kendi “inadına” yaslanan, fütursuzluğu kendine hak gören iktidar, “inadında sebat, Allah’ın lütfundan medet” tutumunda ısrarlı. Yeni operasyonlar ve geçtiğimiz hafta boyunca yaşananlar, önümüzdeki günler hakkında, “Üşümezsoy rehaveti” sağlamıyor. Olanları, “süreç” meselesinde kayyımlar (Esenyurt, Şişli dolayısıyla “kent uzlaşısı”) ve HDK operasyonu gibi gelişmelerde gündeme gelen, “pazarlıkta el yükseltmek” veya “taktik çekilmeye pay bırakmak” gibi gerekçelerle açıklamak elbette mümkün. Senelerdir her hamle için kullanılan “iktidarın çaresizliği ve zayıflığı” değerlendirmesi, yaptıkları gibi yapacaklarının sonuçsuz kalacağı öngörüsü de, tekrar edilebilir. Ancak hala asıl mesele, ister öğrencilerin yüklenmesiyle ister Mahmut Tanal’ın pensesiyle açılan barikatları geçenlerin, yola nasıl devam edeceği ve sonunda nereye ulaşacağı. Direncin potansiyelini ve kararlılığını görmek umudu işaret ediyor belki ama henüz yürünecek yolu göstermiyor.