Dış politikanın her cephesi dökülüyor

AKP hükümeti, Türkiye’ye son dönemlerin en ağır stratejik kaybını ve dış politika çöküşünü yaşattı. Daha önceki yazı ve konuşmalarımda çok defa tekrar ettiğim bir noktayı hemen hatırlatarak başlayayım. Dış politikada yapılan yanlışların sonuçları ertesi gün ortaya çıkmaz. Ödenen bedel zamana yayılır, sonuçları ağır olur ve kayıpların geriye çevrilmesi imkânsız olmasa bile oldukça zordur. Bazı Orta Asya ülkelerinin AB teşvikiyle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıyıp büyükelçilik açmasının ve KKTC’yi tanımama kararı almasının olumsuz sonuçları da önümüzdeki yıllarda daha ağır hissedilecek.

Yine başlarken önemli bir hususa dikkat çekmek gerek. Bu sürecin baş sorumlusu Orta Asya cumhuriyetleri, AB ya da Kıbrıslı Rumlar değildir. Dünyada her ülke, her aktör kendi oyununu oynuyor, siyaseten ne gerekiyorsa onu yapıyor. Bir sorun, bir zafiyet varsa Türkiye’yi yöneten, dış politikasında altını dolduramadığı iddialı laflar eden AKP hükümetleridir. Bu ülkenin vatandaşları olarak bizim muhatabımız Rumlar ya da Orta Asya ülkeleri değil, öncelikle Erdoğan hükümetidir.

ZAMANLAMAYA DİKKAT!

Trump’ın gelmesiyle ABD ile AB arasında, başta Ukrayna Savaşı olmak üzere yaşanan ayrımda, Türkiye, Avrupa güvenliği açısından öne çıkmış, Avrupa’nın güvenlik kaygıları Türkiye’nin stratejik önemini artırmıştı. Erdoğan hükümeti tam bu bağlamda elindeki kozların arttığını, pazarlık gücünün yükseldiğini düşünüyordu. Erdoğan’ın, Hakan Fidan’ın ve tabii hükümete yakın gazetecilerin özgüveni tavan yapmıştı. En üst perdeden, “Avrupa güvenliği Türkiyesiz düşünülemez” diyorlardı. Trump’ın terslediği, Putin’den çekinen Avrupa’nın, Erdoğan’ın eline düştüğü, kendisine mahkûm olduğu havası hükümet çevrelerinde hakimdi ve bu imajı kamuoyuna büyük hevesle yayıyorlardı.

Aynı çevre için Türkiye’ye Ukrayna’da, Suriye’de ihtiyaç çok artmış, enerji güvenliği için en kritik ülke Türkiye haline gelmişti. Artan küresel gerginlik ortamında Avrupa, Türkiye ile stratejik otonomisini birlikte kuracak, hatta ayırdığı finansal kaynaktan Türkiye de yararlanacaktı. Dünyaya verdikleri mesaj ve yarattıkları kamuoyu beklentisi buydu.

4 Nisan fiyaskosu (AB ülkelerinin Orta Asya Cumhuriyetleriyle KKTC’yi tanımama hükmü bulunan anlaşmayı imzalaması) tam da sokak gösterilerinin yaşandığı, Merkez Bankası’nın dövizin yükselmesini önlemek için bir günde 10 milyar dolar bozdurduğu, Türkiye’nin içe kapandığı bir zaman dilimi içinde gerçekleşti.

AKP iktidarının bütün böbürlenmeleri, AB’nin son Orta Asya Küresel Geçit (Global Gateway) Yatırım Planı’nın içine Güney Kıbrıs’ın tanınması konusunu yerleştirmesiyle yerle bir oldu. AB öyle bir hamle yaptı ki, Türkiye için en önemli üç bölge olan Orta Asya, Doğu Akdeniz ve Avrupa cephelerinde eşzamanlı büyük hasar yarattı. Türkiye’nin dış politika tarihinde aynı anda üç kritik bölgede bu ölçüde bir stratejik çöküş yaşadığı görülmemiştir. Bu da Erdoğan iktidarına nasip oldu.

AB İLE İLİŞKİLER AÇISINDAN...

1- AB, Erdoğan’a, Türkiye’nin stratejik öneminin sınırlarını çok net gösterdi. Brüksel bu hamlesiyle Erdoğan’a tabiri caizse “kendini o kadar da abartma” dedi. Erdoğan ve Fidan’ın, “AB bize muhtaç”, “Amerika’nın arkasına saklanmış küçük ülkeler” söylemini ve denklemini tersine çevirmiş oldu.

2- Bundan sonra Erdoğan ve Fidan, AB ile güvenlik eksenli pazarlık masasına, bu golü yemiş ve sindirmiş olarak oturacak. Eğer bu hamleye tepki olarak, güvenlik konusunda iş birliğinden kaçınırsa, bu sefer bütün iddialarından geri çekilmiş olacak.

3- Tablo o kadar vahim ki, Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler zaten çoktan ‘değer odaklı’ olmaktan çıkmış, üyelik süreci epeydir rafa kalkmıştı. Hükümetin umudu, ilişkileri yeni küresel konjonktürde kendi lehine bir jeopolitik eksene oturtmaktı. AB mesajını, Erdoğan’ın kendisini en güçlü olduğunu iddia ettiği anda ve bölgede çok sert verdi. Böylece, AB ile ilişkilerde al-ver perakendeciliğinin işe yaramadığı da ortaya çıktı.

Erdoğan tam da 2015-16 döneminde sığınmacı uzlaşısı benzeri bir pazarlık peşindeyken, AB, adeta Türkiye’nin dışarıda bırakıp, Orta Asya ülkeleri üzerinden Erdoğan’ı önemsizleştirdi.

ORTA ASYA ÜLKELERİ AÇISINDAN...

Erdoğan’ın Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesi için 20 yılı vardı. Daha önceki oluşumlar 2021’de Türk Devletleri Teşkilatı adını almıştı. Erdoğan yönetimi, tıpkı Orta Doğu gibi Orta Asya da bizden sorulur iddiasındaydı. Bu ilişkiler de büyük bir yara aldı. Bu bölgedeki başarısızlık, Türk dünyası fikrine de ülküsüne de büyük darbe vurdu. Türki cumhuriyetlerle bağların daha da güçlendirilmesi gerektiğini savunan kesimleri de boşa düşürmüş oldu.

Sonuçta, KKTC’yi tanımaya en yakın ülkeler Orta Asya cumhuriyetleriydi. Onlar da gidip Rum Kesimini tanıyıp büyükelçilik açtılar. Diplomatik açıdan daha da vahimi, 4 Nisan’da Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın Semerkant’ta yapılan zirve toplantısında KKTC’yi tanımayacaklarını taahhüt eden BM Güvenlik Konseyi kararlarına imza atmalarıydı. Dolayısıyla sorun, bu ülkelerin yalnızca Rum tarafında büyükelçilik açmaları da değil, aynı sırada KKTC’yi tanımamayı da taahhüt etmeleridir. Türkiye’nin sırtını dayayacağı bir ülke grubu varsa, o da Orta Asya cumhuriyetleri olabilirdi. Artık böyle bir ihtimal de kalmadı.

KIBRIS VE DOĞU AKDENİZ AÇISINDAN...

AKP hükümetinin Doğu Akdeniz’deki iddialarından vazgeçmesi yeni değil. Süreç 2021 civarında başlamıştı ve bu geri çekilme (örneğin sondaj yapmama, yapanlara engel olmama) AKP’nin, AB ile yaptığı görünmeyen pazarlığın sonucuydu.

Doğu Akdeniz, Türkiye için çoktan yaşanmış bir stratejik yenilgiydi. Bölgenin en önemli gücü olma kapasitesine sahip Türkiye, en çok izole edilen, en etkisiz, en çok yalnızlaşan ülkesi haline gelmişti.

Kıbrıs konusuna gelince, hükümetin en başından itibaren izlediği tutarsız politikalar bugüne gelmemizin başlıca sebebidir. Hükümet, Orta Asya ülkeleri KKTC’yi tanıyacak beklentisi yaratırken, tam tersi oldu. Bu büyük başarısızlığın altında kaldı.

Erdoğan, Fidan ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın resmi organı olan Aksakallılar Konseyi’nin Başkanı Binali Yıldırım kendilerini savunabilecek tek bir cümle bile kuramadılar. Bu hezimetin sessizce unutulmasını beklediler.

Bir dönem AB üyeliği ihtimali olan ve aynı zamanda Türk devletleri teşkilatını kurmuş bir ülkenin yaşadığı hazin stratejik çöküş karşısında ne söyleyebileceği bir söz, ne de yapabileceği bir hamlesi var. Hükümet belli ki bunun geldiğini tam olarak görememiş, önleyecek imkân bulamamış ve bir karşı hamle geliştirememiş durumda.

Tıpkı Körfez ülkeleriyle Güney Kıbrıs ve Yunanistan arasındaki askeri ve enerji işbirliğinin ve bağlarının Türkiye atlanarak kurulması gibi, Orta Asya ile Doğu Akdeniz arasındaki bağlar da Türkiye dışlanarak kuruluyor. Bunların hepsi ülkemizin stratejik kayıp hanelerine yazıldı ve geri döndürülmesi çok zor olacak.

NEDEN BÖYLE OLDU?

Aslında yaşanan sürpriz değil. Çünkü ortada Türkiye ölçeğinde kritik öneme sahip bir ülkenin dış politikası diyebileceğimiz bir çerçeve, bir hat, bir strateji çok uzun zamandır yok.

Türkiye gibi bir ülkenin kapasitesi Erdoğan rejimini ayakta tutabilmek için harcandı, harcanmaya da devam ediyor.

Her bir bölgesel gelişmeyi, kısa vadeli, küçük pazarlıklarla kendine yontmaya çalışan bir iktidara dünyada nasıl davranılırsa, öyle davranıyor. Bu politikasızlığın sonucunda, yeri gelir Trump “aptal olma” der ve hakaret eder, yeri gelir “akıllısın” diye üstten konuşur. AB kendisi için küçük ama Orta Asya cumhuriyetleri için kârlı bir hamleyle, pazarlıkçı diplomasinin nasıl yapılacağının dersini verir. Uluslararası alanda, Türkiye’nin pek de kalmamış olan itibarını iyice yerin dibine batırır.

Dış politikada bu kadar savrulma, bu kadar güven sorunu yaratırsanız, dünya size uygun zamanda bir yerlerden cevabını verir.

Şu kısa süre içinde dış politikada yalnızca Orta Asya, Doğu Akdeniz, Avrupa ekseninde değil her alanda büyük bir gerileme yaşanıyor. Suriye’de HTŞ yüksek gümrük vergisi getirdi, hükümete Türkmen almadı, Lazkiye limanını Fransa’ya verdi. Türkiye’nin üs kurmak istediği havaalanlarını ise İsrail bombaladı. Katar Rumlarla ortak sondaj yapmaya başladı. AKP ve Erdoğan Hükümeti ise çevresinde birçoğu ülkeye uzun vadeli maliyetler çıkaran gelişmelerin izleyicisi olabildi.

Diplomasi cephesinde İsrail-Hamas görüşmelerinde Katar, Ukrayna-Rusya görüşmelerinde Suudi Arabistan, İran-ABD müzakerelerinde Umman öne çıktı. Türkiye’nin kapısını çalan olmadı.

 

Bakan Fidan zirveden zirveye koşsa da başarılı bir yönetim sergileyemiyor.

∗∗∗

NE YAPILABİLİR(Dİ)?

Türkiye’nin öncelikle bir dış politikaya ihtiyacı var. Son gelişmeler; dar bir Saray çıkarını önceleyen, günlük pazarlıklara dayalı, ilkesiz, yönsüz, verdiği sözden, girdiği uzlaşıdan ne zaman vazgeçeceği belli olmayan bir ülkeye, uluslararası alanda nasıl muamele edildiğini gösteren bir ders oldu.

Türkiye, bu iktidarın önemsemediği, dış politikada sözüne güvenilir olma, bir gün dost olduğunu ertesi gün düşman ilan etmeme gibi temel ilkelerde yaşanan sorunları aşmak zorunda, o da AKP ile mümkün değil.

Kurumları güçlenmeden, demokrasisi restore edilmeden Türkiye’nin uluslararası alanda eski saygınlığı ve etki gücü geri gelmeyecek.

Türkiye, devlet-toplum ilişkileri güçlü, içte meşruiyet sorunu olmayan, hukuk devleti ilkelerine bağlı, demokratik bir ülke olsaydı, uluslararası alanda saygınlığı bulunsaydı, AB üyelik sürecinde ilerleyebilseydi, AB bu tür bir manevrayı yapamazdı. Türkiye AB ile ilişkilerini ilke ve değer siyaseti üzerinden sürdürseydi ve bu ilişkileri küçük pazarlıklara kurban etmeseydi, Türkiye AB’yi Orta Asya’ya bağlayacak Küresel Geçit Girişimi’nin önemli bir parçası olurdu ve AB’nin bu tür hamleleri olmazdı. Eğer Orta Asya ülkeleriyle ilişkiler sağlam bir zemine oturtulabilseydi mesele yalnızca uzun vadeli bir kredi kullandırma olan 12 milyar Euro konusuna hapsedilmezdi. Erdoğan’ı iktidarda tutmak uğruna bu imkânlar kaçırıldı ve bedeli ağır oldu.

Dünyada rasyonel davranan, kendi çıkarını sıkıca koruyan ülkeleri kimse eleştirmiyor. Hatta, pazarlıkçı anlayış da yaygınlaşıyor. Ama bu bile, karşılıklı yarar, güven, öngörülebilirlik üzerine oturtuluyor. Türkiye’nin konumu, itibarı ve genel olarak dış politikası ağır bir yara almış ve uluslararası diplomasi ve strateji camiası bunu not etmiştir. Bu krizdeki en vahim noktalardan biri Türkiye’nin hiçbir karşı hamlesinin olmamasıdır. Bütün dünyaya, elimizde kimseye cevap verecek bir aracımız, dış politika enstrümanımız kalmadı mesajı gitmiştir. Bundan sonra dışarıdan gelebilecek hamlelere Türkiye daha açık hale gelmiştir.

Bunların toparlanması için güçlü, vizyoner ve ulusal çıkar odaklı bir paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır.