Dış politikada kaybet-kaybet sarmalı

"Bizi Şangay İşbirliği Örgütü’ne alın!" Temmuz 2012’deki Rusya ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin’e Şangay İşbirliği Örgütü'ne alınması talebini bu sözlerle dile getirdi. Bu olay, uzun Erdoğan döneminde daha sonra da karşılaşacağımız içeriksiz, ayaküstü diplomasinin simge örneklerinden biri olarak kaldı. Türkiye’nin dış politikasında kırılma yaratacak bu kadar makro düzeydeki bir çıkışın böyle bir ciddiyetsizlikle yapılması, daha saygın olan davet edilmek, alt heyetlerin görüşmesini sağlamak yerine üye olmak için talepkar konuma düşülmesi gibi çok sayıda diplomatik hatanın en üst düzeyde yapıldığını görüyoruz.

12 yıl sonra Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Haziran 2024 başındaki Çin ziyaretinde Türkiye’nin BRICS’e üye olabileceğinden bahsetti. Aradan geçen zaman aynı sorunlu tutumun farklı boyutlarda devam ettiğini gösteriyor. BRICS, Şangay İşbirliği Örgütü gibi askeri yönü olmayan hatta örgüt bile olmayan bir platform ama ona dahil olmanın tartışması bile bu şekilde yapılmamalıydı.

Bu dış politika yapılma ve yürütülme tarzını yıllardır eleştiriyoruz. Sorun yalnızca yöntemde değil. Burada daha önemli olan husus, giderek kalıcılaşmaya başlayan kayıpların birikmesi. AKP ve Erdoğan hükümeti Türkiye’nin küresel dönüşümün getirebileceği fırsatları iktidarda kalmak uğruna uzun süredir heba ediyor. Asıl sorun bu.

KÜRESEL GÜNEY’İN YÜKSELİŞİ

Dünyada bir dönüşüm yaşanıyor. Abartmamak kaydıyla (ABD çöktü, Atlantik bitti, Asya yükseldi, Çin ABD’yi her yerde eziyor vs) küresel jeopolitikte bazı önemli dönüşümlerin yaşandığı ortada. Bunlardan en dikkat çeken ve birbirine geçen iki gelişme Çin’in ekonomik açıdan büyümesi ve bunu küresel bir stratejik kazanıma dönüştürmesi ile küreselleşmenin etkisiyle Küresel Güney’de yaşanan ekonomik gelişme.

Özellikle Çin’in küresel siyasette daha ağırlıklı bir rol oynamaya başlaması, Rusya’nın enerji kartını etkili kullanması, askeri güç kullanma dahil çevresinde daha iddialı bir politika izlemesi ve Afrika’ya kadar uzanması, Hindistan’ın içte baskıcı bir istikrar sağlayarak dışarıda etkin olmaya başlaması, AB’nin stratejik özerklik arayışları uluslararası sistemi çok kutuplu/merkezli hale dönüştürdü.

Yalnızca Türkiye büyüklüğünde ve objektif kapasitesinde değil, daha küçük ülkelerin bile dış politikada hareket alanlarının arttığı bir döneme geçtik.

Geçmişte ABD dış politikasına çok daha yakın bir çizgi izleyen Körfez ülkeleri artık ABD ile bağlarını koparmadan, Çin ve Rusya ile yakınlaşabiliyorlar. Örneğin, Ukrayna işgalinden hemen sonra yapılan BM Güvenlik Konseyindeki kınama oylamasında, geçici üye olan Birleşik Arap Emirlikleri’nin çekimser oy kullanması karşısında ABD bocaladı. Ya da Çin’in Körfez bölgesinde bir seri diplomatik girişimde bulunması, en üst düzey periyodik zirve ve diplomatik girişimleri artık sıradanlaştı.

Mali kriz içindeki Mısır bile Rusya ile başta askeri olmak üzere ilişkilerini geliştiriyor, eskiden ABD’ye çok yakın bir ülke olan Güney Afrika Cumhuriyeti İsrail’e karşı Uluslararası Ceza Mahkemesinde soykırım davası açıyor, Brezilya’nın Lula’sı Rusya karşıtı tavır almaktan kaçınıyor, İsrail’i sert bir şekilde eleştiriyor. Biden, “parya” dediği Suudi Arabistan Prensi Bin Selman’ı petrol arzını artırmaya ikna edebilmek için ayağına kadar gidiyor ama eli boş dönüyor. Cezayir Çin ile askeri malzeme alımı dahil stratejik ilişkiler kurabiliyor.

Buna dair örnekleri artırmak mümkün. Bir daha vurgulamak gerekirse, küresel sistemin geldiği noktada hem çevre ve yarı-çevrede (Küresel Güney’de) yaşanan ekonomik büyüme hem de uluslararası sistemde çok kutupluluk olarak adlandırılan güç merkezlerinin ortaya çıkışı geçmişten bu yana Batı sistemi içinde yer alan ülkelerin hareket alanını genişletti. Artık bu ülkeler doğrudan ABD dış politikasının uzantısı gibi hareket etmiyorlar, elleri daha rahat.

ABD DURUMU KABULLENDİ Mİ?

ABD, Küresel Güney’in yükselişine engel olamadı. Tıpkı Çin’in yükselişini tetiklemesi gibi, diğer güney ülkelerinin ekonomik büyümesinin (sıcak para akışı, daha düşük teknolojili yatırımların emek gücünün daha düşük olduğu bölgelere kayması, yeni pazarların oluşması) yolunu açan kendisiydi.

Birincisi, bu ülkeler dış politikalarını farklılaştırsalar da kapitalist sistemden çıkmıyorlar. Dış ticaretlerini hala dolarla yapıyorlar, küreselleşmiş ekonomide ürettikleri her üründe Batı çıkışlı parçalar yer alıyor. Örneğin, Brezilya Mısır’a Embraer yolcu uçağı satıyor ve geçmişte görülmeyen bir Güney-Güney ilişkisi yaşanıyor ama motorunu General Electric ya da Pratt&Whitney’den alıyor.

İkincisi, Çin, ABD’nin bıraktığı en küçük boşluğu dolduruyor, Körfez gibi, Latin Amerika gibi geçmişte ABD arka bahçesi sayılan alanlarda boy gösteriyor ama etkisini hala stratejik düzeye tam olarak taşıma kapasitesine sahip değil. Küresel sistem ABD’nin mutlak kontrolü altında işlemiyor ama Çin henüz ABD’nin yerini alabilmiş değil. Şu ana kadar Çin desteğiyle ABD yörüngesinden çıkarak Çin’in yakın müttefiki olmuş bir ülke yok.

Üçüncüsü, Çin çok önemli bir ekonomik ve stratejik güç ama mali sıkıntılar çeken ülkeler için bir kurtarıcı olamadı. Yaptığı doğrudan ve alt yapı yatırımları çok önemli olmakla birlikte, Çin desteğiyle kalkınmış örneğin bir Afrika ülkesi yok. Çin’in yurt dışındaki tek askeri üssünün bulunduğu Cibuti’nin ekonomisinde yıllar içinde kayda değer bir gelişme olmadı. ABD ve Batı’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası sicili ise bu konuda karışıktır.

TÜRKİYE TERS YÖNDE GİDİYOR

AKP iktidarı döneminde Türkiye ne yazık ki küresel dönüşümün sağladığı bu imkanı kullanmak yerine dış politikada alanını giderek daralttı. Gelinen noktada Türkiye dış politikada yönsüz, etkisiz, kapasitesinin çok altında kalan bir ülke haline geldi. Son dönemde büyük güçlerle yaptığı her pazarlıkta verici taraf oldu.

Küresel sistem dönüşürken Erdoğan yönetiminin en iddialı olabileceği manevra, Batı ağırlığını Rusya ile dengelemek olabilirdi. Geçmişte iki tarihsel dönemde bu çok başarılı bir şekilde uygulanmıştı. İlki Kurtuluş Savaşı sırasında Bolşeviklerin Mart 1921 antlaşmasıyla askeri, mali ve diplomatik desteğinin alınmasıydı ki Ankara hükümetinin elini çok güçlendirdi, savaşın kazanılmasında kritik rol oynadı. Bu denge politikası dönemin güç merkezleri olan İngiltere-Fransa, Almanya-İtalya ve Sovyetler Birliği karşısında çok başarılı bir şekilde sürdürüldü.

İkinci tarihsel dönem ise 1965 sonrasında yaşandı. Burada da Sovyetler Birliği’nden gelen ve katma değer yaratan teknik ve mali yardım ile sanayileşmeye büyük katkı sağlandı (İskenderun demir-çelik, Seydişehir alüminyum, Aliağa petrol rafinerisi vs). Bu girişimlere yapısal dengeleme denebilir.

Erdoğan’ın yürütmeye çalıştığı dengeleme siyaseti ise Türkiye’ye yeterince katkı sağlamıyor.

Ayaküstü dile getirilen Şangay İşbirliği Örgütü ya da BRICS’e alınma isteği ise bırakalım yapısal dengelemeyi, taktiksel dengeleme tanımını bile hak etmiyor. Küresel sistem yapısal dengelemeye izin verirken Türkiye taktiksel dengeleme siyaseti bile izlemiyor.

SORUN NEREDE?

Erdoğan ve ekibinin küresel dinamikleri hiçbir şekilde okuyamadığını söylemek doğru olmaz. Öyle olsa Erdoğan 20 yıldır iktidarda kalamazdı. Sorun Türkiye’nin ihtiyaçlarına hizmet eden bir dengeleme siyaseti yerine, doğrudan Erdoğan’ın kendisini iktidarda tutmayı hedefleyen bir denge siyaseti izleniyor olması. Erdoğan’ın uzun iktidar sürecinde siyasete dair en iyi öğrendiği konu, farklı güç merkezlerini kendi siyasetinde buluşturabilmesi, Türkiye ile ilgili her bir küresel aktöre Türkiye gibi kritik bir ülkenin sahip olduğu stratejik, ekonomik, mali imkanları kendisini iktidarda tutmasına imkan verecek düzeyde sunabilmesi. Bu bazen Rusya’ya Akkuyu ve S-400, AB’ye ise sığınmacı deposu olma ödünü vermek şeklinde aktif bir tutum olabildiği gibi, Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan’dan vazgeçme gibi pasif bir tutum alma şeklinde de seyredebiliyor. 

Türkiye’nin muhatapları da, karşılarında belli bir strateji etrafında örülmüş, adım adım uygulanan bir dengeleme siyasetinin olmadığını kolayca fark ettiler. Erdoğan yönetiminin yaptığı basit, kodlarının daha ilk cümlelerinden itibaren çabucak çözüldüğü, sonuç getirmeyen, alan açmayan, Türkiye’ye diplomatik, ekonomik, stratejik katkı sağlamayan hamlelerini deşifre etmek zor olmadı. Bu türden tekil çıkışlar örneğin Batılı ülkelerin Türkiye’ye yaklaşımlarında bir farklılık yaratmıyor, yaratması da beklenmez.

Erdoğan yönetimi eğer bir denge siyaseti izliyorsa, bu Türkiye’nin ödün vererek izlediği bir siyasete dönüşmüş durumda. Dolayısıyla, denge siyasetinin bütün mantığı tersine döndü. Bunun bazı öğelerine daha önceki bir yazımda değinmiştim (https://www.birgun.net/makale/dis-politikada-odun-verme-donemine-girdik-494948). Türkiye’ye alan açmak yerine alanını daraltan, katkı sağlamayan, kendisinden ödün verdiği, hem Batı’ya hem de dengelemeye çalıştığı Rusya gibi ülkelere karşı elini zayıflatan bir konuma düşüren bir dış politikaya takılı kaldı.

Öyle ki, Hakan Fidan Çin’de BRICS’e girmekten bahsederken, tam da aynı günlerde Putin Petersburg’da “Batılı finans kuruluşlarından kredi bulmak için Rusya ile ticari-mali ilişkileri sınırlandırırsanız kazancınızdan çok kaybınız olur” diyerek Erdoğan’ı sıkıştırıyordu. Biden’in Erdoğan’ı dört yıl boyunca Beyaz Saray’da kabul etmemesi ve Türkiye’ye gelmemesi, yine Çin devlet başkanı Şi Cinping’in Latin Amerika ülkelerinden Suudi Arabistan’a, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden Sırbistan’a çok sayıda ülkeyi ziyaret etmiş olmasına rağmen Türkiye’ye hiç gelmemiş olması, diplomatik açıdan içinde bulunduğumuz durumun bir göstergesi. Üstelik bu politika, Türkiye gibi bölgesinin en güçlü ülkesini kendi bölgesinde yalnızlaştırdı, bölgesel sorunlarda etkisizleştirdi. 

Geldiğimiz noktada Türkiye hem dengelemeye çalıştığı Batı, hem de dengeleyici olarak gördüğü Rusya’ya bağımlı, ikisinin de mesafe koyduğu, üstüne bir de bölgesinde yalnızlaşmış, bölgesel sorunlarda etkisizleşmiş bir ülke oldu.

Türkiye’de ilgili bürokratik kurumlarının içinde olduğu, şu dönemin uluslararası koşullarının sağladığı imkanı kullanabilen, moda deyimiyle “stratejik özerklik” çizgisini oluşturacak bir denge politikası fırsatı kaçırıyor. Böyle bir politika mutlaka Türkiye’nin başta komşuları olmak üzere muhataplarının da aleyhine olmayabilir. Dış politikasını, lider yerine ülkenin çıkarı doğrultusunda belirleyen, öngörülebilir, savrulmalar yaşamayan bir Türkiye, küresel gerilimlerin arttığı bir dönemde bölgesine istikrar da getirir.