Asayiş ve baskı yöntemleri ile sorunları boğmak, baskı altında tutmak, malum, bizde devlet geleneğinin sorunları ele alma yöntemlerinden biridir. Devlet geleneğinde baskı, çözümle eşanlamlı olarak algılanır. Baskı yöntemleri ise baskı imkânlarına, teknolojilerine ve dönemlere göre değişir. Sorun üreteni korkutmak, sindirmek, malına mülküne el koymak, göçertmek, imha etmek esastır. Osmanlı’da isyanlarda kesilen baş ve kulaklar, ibret için teşhir olunmak üzere İstanbul’a gönderilir, öldürülenlerin kadın ve çocukları esir pazarlarında satılırdı. Cumhuriyet tarihi, sürülen aşiretlerin hikâyeleriyle, köyleri, evleri yakıp yıkan tedip ve tenkil (bastırma/tepeleme) harekâtlarıyla, yerinde infazların, resmî çetelerin faili meçhul cinayetleriyle doludur.
Bunların her biri dönemine göre bir sorun çözme tekniğidir. Gelenek çok değişmedi.
Bugün yeni teknikler, devletin “yasal meşru şiddet tekeli”ni iyiden iyiye hukuk dışı alana yaymasıyla şekilleniyor. Ülkede artık siyasi konular ve muhalefet söz konusu olduğunda yargı, pek çok ayağıyla, siyasi iktidarın taleplerine çok hızlı uyum sağlayan, keyfiliğe yasal kılıf uyduran bir siyasi infaz cihazı olarak kullanılıyor. Ve bu durum, arkasında milliyetçilik, güvenlik, istikrar iddialarıyla önemli bir toplumsal destek bulunuyor.
Bu tür sorun çözme anlayışını doğal ve meşru görenler için, örneğin Kürt sorununda çözüm yolu budur, hatta bugün itibarıyla Kürt sorunu hallolmuştur. Yeni tedip ve tenkil politikaları ve teknikleri sayesinde, Kürt kentlerinde gösteriler yapılmamakta, siyasi alanda Kürt meselesi telaffuz edilmemekte, basında Kürt meselesine ve taleplerine yer verilmemektedir. Kürt meselesi çalışanlar, bu konuda duyarlı olanlar üniversitelerden atılmakta, soruşturmalara uğramakta, dernekler ve gazeteler kapatılmakta ve sürekli kontrol altında tutulmakta, seçilmiş belediye başkanlarının yerinde atanmış devlet memurları oturmaktadır.
Ne var ki baskı esasında soruna sorun katar.
Baskılanan her siyasi ve toplumsal sorun, içten içe yanan bir kor ateşi andırır.
Bugün Kürt sorunu siyaseten derinleşen, toplumsal düzeyde kökleşen, demokrasi dışı alan genişlemesine gerekçe kılınan dev bir sorun olarak içten içe yanmakta ve yandığı zemini ısıtmaktadır. Bu madalyonunun bir yüzü.
Çatışmanın olduğu yerde, çözüm, bu ikisi her zaman bir bütün oluşturacak şekilde, akılda ve masadadır. Köklü çatışmalar, çatışma nedenleri ortadan kalkmadıkça sona ermez, nedenleri ortadan kaldıran uzlaşma, barış, çözümdür. Madalyonun diğer yüzü de budur. Bu ikinci yüz, bugünün siyasi koşullarında bile “Kürt meselesinde yeni bir barış süreci olabilir mi” sorusunu meşru ve mümkün kılmaktadır.
Bu soruların etrafında yapılacak fikir alıştırması, geniş açılı bir mercek gerektirir. Çatışan tarafların niyetlerine ve muhtemel ilişkilerine ülkenin toplumsal ve siyasal dinamikleri, bölgesel konjonktür, global iklim süzgecinden bakmak gerekir.
Siyasete Dönüş
Barış süreci, nasıl adlandırırsak adlandıralım, esas olarak siyasete dönüştür. Siyasete dönme ihtimali ve biçimlerini, dönemlere ve koşullarına göre değerlendirmek gerekir. Konjonktürler meselenin seyri, çözüm ihtimalleri kadar tarafların sorunu ele alışlarını ve çözüm formatlarını da etkiler.
Öykü ana hatlarıyla karşımızda…
İlk evre malum; Soğuk Savaş döneminde Kürtler yaşadıkları ülkelerde egemenlik ve kültürel hakları bakımından, bu ülkelerin uzlaşması ve global güçlerin onayıyla baskı altında yaşadılar. Türkiye’nin son Kürt isyanı da bu dönemde silahlı bir mücadele üzerinden bağımsız Kürdistan hedefiyle başladı.
Bu evre, Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetlerin çökmesine, 80’lerin sonu 90’ların başına kadar devam etti. Mesut Yeğen bir makalesinde¹ bu yeni evreyi şöyle tarif eder: “Demokrasi ve insan hakları söylemleri uluslararası siyasette daha geçer akçeler haline geldi (…) Bu süreç Türkiye Kürtleri arasında da aksini buldu ve giderek daha fazla Kürt, hakkının hukukunun peşine düşer oldu. 1991 ve 2003 Körfez savaşları Irak Kürtlerinin, Türkiye’nin AB’ye adaylık serüveninin 2001’de ciddiyet kazanması Türkiye Kürtlerinin (…) durumunu kökten bir biçimde değiştirdi…”
Bu gelişmelerin Türkiye’nin ve Kürt hareketinin politikaları üzerine kuvvetli bir etkisi olduğu muhakkaktır. Nitekim bu ikim sürdüğü ve çatışma büyüdüğü oranda taraflarda siyaset ve siyasi çözüm fikri öne çıkmaya başladı.
1999’da Öcalan’ın bağımsız Kürdistan fikrinden vazgeçip federasyon, hatta özerklik şıklarını dışlayan bir uzlaşma-bütünleşme projesini, demokratik cumhuriyet tezini ortaya atması esas olarak bu yeni evrenin eseridir. Diğer tarafta, Özal’ın 1990’ların başında Kürt meselesini siyasi yolla çözme arayışı, 2008 Oslo süreci, 2015 barış süreci de keza öyledir. Zaman zaman çatışmaların alevlenmesi, şahin politikaların zirve yapması bu genel görüntüyü değiştirmez.
Arap Baharı, Türkiye’nin Kürt sorunu bakımından bir başka kırılma noktası oluşturmuştur. Suriye’deki iç savaşla birlikte Kürt siyasal ve toplumsal enerjisinin açığa çıkması ve Rojava ile Türkiye’nin Kürt hareketi arasındaki organik bağlar oluşması, meseleyi yeni bir zemine taşıdı. Kuzey Suriye’de bağımsız bir Kürt havzasının oluşması, Suriye Kürtlerinin Türkiye Kürtleriyle bağları ve bu durumun vadettikleri, iki zıt ve kritik ögeyi karşı karşıya getirdi. Bunlar, Kürtler açısından “olma-kurma umudu” ile Türkler (en azından Türk devleti) bakımından “bölünme-dağılma korkusu”ydu, bu umudun ve bu korkunun gerçeğe en yakın algılandığı anlardı. Kobani ve Hendek olayları, devletin savaş ilanı bu geçiş evresinin parçalarıdır.
Çözüm Süreci
İkinci evrenin son büyük girişimi olan 2013-2015 Çözüm Süreci, bu anlamda üçüncü evrenin de başlangıç noktasıdır. Diğer bir ifadeyle çözüm süreci bu paradoksun şemsiyesi altında, bu paradoksun farkında olan tarafların iki yönlü hamleleriyle yaşanmıştır. Bu yeni evre, esas olarak ulusal ve bölgesel konjonktürden doğdu. Ancak global düzeyde otoriterleşme, milli sınır milliyetçiliğinin doğması, güç-devlet, güç paylaşımı, faydacı siyasetin yükselmesi üzerinden gelen dalgayla da beslendi.
Bugün bu çerçevede devletin politikası, Kürdi sivil örgütlerin, basının, Kürt siyasi partilerinin baskı altına alınması, yerel temsilin kayyum uygulamasıyla ortadan kaldırılması, Kürt sorunu ile siyaset/ifade arasındaki bağın kriminalizasyonu, üniversitelerde temizlik, söylemde yasal Kürt siyasetinin terörle özdeş ilan edilmesi, milliyetçi dilde Kürt sorunu endeksli güvenlik politikalarının temel araca dönüştürülmesi, Suriye ve Irak sınırlarında askeri-güvenlik bölgeleri oluşturulması, PKK kamplarının düzenli operasyonlarla imha gayreti, yurt içinde DEM’in, Suriye ve Irak’ta ise PKK’nın siyaseten tecrit edilmesi ve yalnızlaştırılması, Kuzey Suriye’de izlenen demografik dönüştürme ve Araplaştırma stratejileri üzerine oturmaktadır.
Bu politikanın kurumsal derinliğini göz ardı etmemek gerekir. Nitekim izlenen yol tekil siyasi iradenin tercihinden çok sistemin kolektif tepkisi, organizasyonu ve yapılanmasıyla yakından ilgilidir. Nitekim Kürt meselesi ve bölünme endişesi, 2016 darbe girişimiyle birlikte Türkiye’deki devlet (asker)-milliyetçi-muhafazakâr ittifakını oluşturan ve mümkün kılan bir unsur olmuştur. Risk değerlendirmesinde Kürt meselesi asli dış ve iç tehdit olarak algılanırken, güvenlik stratejileri, dış politika yönelimleri ve istihbarat birimlerinin yapılanması buna göre yeniden oluşturulmuştur. Diğer bir ifadeyle Kürt sorununa yönelik algı, ideolojik ve politik yeniden yapılanmanın (Erdoğan’ın siyasi gücünü esas alan düzenlemeler ve anayasa değişiklikleri dahil) ve tarihsel bir iktidar blokunun kâh tahrik edici, kâh yapıştırıcı, kâh kurucu unsuru olmuştur.
Velhasıl bugün çözüm ve siyaset denince, Kürt sorunu siyasi alanın dar olduğu bir dönemi solumakta, sular gönüllü ve kendiliğinden bir diyalog istikametinde akmamaktadır.
Bununla birlikte kimi fırsatlar ve muhtemel gelişmeler arayışının peşine düşebiliriz.
Nedir bunlar?
Bir sonraki yazıya…
__
¹Mesut Yeğen, Armed Struggle to Peace Negotiations: Independent Kurdistan to Democratic Autonomy, or The PKK in Context.