Biraz da olup bitenlerin maliyetini konuşalım

Bir ekonominin gücü ve dayanıklılığı kriz zamanlarında belli olur. Kriz kaçınılmazsa, küresel bir dalga halinde geliyorsa ve herkesi etkiliyorsa, gerçekten dayanıklı ülkeleri kolaylıkla fark ederiz. Çünkü, mali ve finansal yapıları hazırlıklıdır, hukuk sistemleri buna eşlik ediyordur ve lafta değil gerçek anlamda istikrara sahiptirler. Örnek; 2008/09 krizinin Türkiye’yi teğet geçmesi… Teğet geçti çünkü çoğunluk iktidarı vardı ve sadece bu değil; ekonomi, ekonominin kurallarına göre yönetiliyordu. Ak Parti ve Erdoğan da o süreçten ustalıkla sıyrılmakla -haklı olarak- övündüler.

Ne var ki her zaman böyle olmadı. Yine bir örnek… 2020’de patlayan Kovid salgınında Türkiye, daha salgın başlamadan 128 milyar Dolar rezervi yakmaya başlamıştı, ekonomi ekonominin kurallarına göre yönetilmiyordu ve çaresizlikten birkaç ayda bir yeni model deniyordu. Yine tek parti iktidarı hatta üstüne başkanlık sistemi vardı ama sonuç fiyasko oldu. Kur geri dönülmez şekilde yerinden fırladı, faiz ekonomiyi teslim aldı, hala üstesinden gelemediğimiz yüksek enflasyon ve küresel rekabette kayıplar dönemi başladı.

Kötü ve şahsi yönetim yürümez hale gelince, 2023 seçimin ardından rasyonaliteye dönüş kaçınılmaz oldu. Malum, Mehmet Şimşek yönetiminde güçlü olmasa da nispeten makul bir anlayışa geçildi. Dışarıdan doğrudan para gelmesi için hukuk ve demokrasi lazımdı; bu mümkün olmayacağı için hiç olmazsa sıcak paraya talip olduk. Faizi artırıp, dövizini bozdurup Türk Lirası mevduata dönen yabancı ve yerli yatırımcıya yüksek getiri sunduk. Elbette onların aldığı faiz, sıradan vatandaşın cebinden çıkıyordu ama genel görüntüye faydası oldu ve döviz rezervlerimiz yükselmeye başladı. Hiç yoktan iyiydi…

Gele gele geldik 19 Mart’a. Türkiye bu kez küresel kaynaklı olmayan, kendimize karşı tetiklediğimiz bir krize uyandı. İstanbul Belediye Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ile yakın çalışma arkadaşları hapse gönderildi. Bir demokraside olabilecek en vahim hata yapıldı. Siyasi, sosyal ve psikolojik tahribatının yanında, ekonomiye etkileri bir çuval inciri berbat edecek kadar sarsıcı oldu. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri boşalmaya başladı. Bir tahmine göre 40 milyar Dolar eksildi. Türkiye’nin dış borç faiz yükünü tayin eden CDS 65 puan artarak 200’ler bandından 350’nin üzerine çıktı. Zaten doğrudan yabancı yatırım yoktu, sıcak paracılar da kaçmaya başladı… Olup bitenlere ne ekonomi ne hukuk sistemi hazırdı. Üzerine ayrıca, Trump’un gümrük tarifeleri çılgınlığı geldi. Geleceği belli olan bu hamleye karşı da ekonomiyi 19 Mart operasyonuyla iyice savunmasız bıraktık. Siyasi mühendislik girişiminin faturası ağır oldu. Kimilerine göre iki yıl, kimilerine göre en az yedi ay kaybedildi.

Genel olarak başkanlık sisteminin başlangıcından bugüne; yanlış kararlar neticesinde ekonomide yaşanan kayıpların parasal miktarını bilemiyoruz. Fırsat maliyetini hiç bilemiyoruz. Çünkü, bu aynı zamanda sadece kişisel tercihlerin değil şeffaflık probleminin de üst düzeyde olduğu bir dönemdir. Kabaca hesap yapılabilir ama kesinlik zor. Bir maliyetin hesaplanamaz oluşu herhangi bir ülke için ağır maliyettir. Kesin olan bir şey var o da Türkiye’nin tamamen iç politika hedefleri için, kimi zaman popülizm, kimi zaman deneme yanılmalar, kimi zaman da siyasi mühendislik uğruna yapılan yanlışları hak etmediğidir. Hiçbir ülke bu kadar yanlışı üst üste yapmaz, yapamaz; duracağı yeri bilir.

Türkiye ise bunu yapamadı. Serinin sonunda sadece daha az refaha razı olmakla kalmadı, aynı zamanda küresel rekabette zayıfladı ve gelecek nesillerin kaynağını erkenden tüketti.

Sonuçta “yine” ne oldu?

Demokrasi, hukuk, liyakat, şeffaflık ve adil yarış şartları eksildikçe Türkiye kaybetti. Ekonominin kırılganlığı hemen ortaya çıktı, güven duygusu azaldı ve gençlerin umuduna bir darbe daha indi.