“Allah’a ait mülkün emanetçileri” ya da siyasette iyi insanlara yer yok mudur?

Cumhur İttifakı'nın Ankara Büyükşehir belediye başkan adayına mal varlığını sorduklarında ilk tepkisi ne olmuştu:

“Mal bizim değil Allah’ın, biz emanetçisiyiz.”

Doğrusu kolay kolay unutulmayacak, gülüp geçilmeyecek bir cümle bu.

Siyasal İslamcı yaklaşımı göstermesi açısından çerçeveletip duvarlara asılacak kadar önemli.

Sanki her zaman “din adına, Allah adına” davranan, bütün adımlarını İslam’a uygun gösteren, her yaptığını ve bu arada gerçek dinin günah sayabileceği her şeyi “kitabına uyduran” kişilerin, gelen/gelebilecek tepkileri bastırmak için kullandığı harika bir kalkan.

Bu öyle bir kalkan ki sadece savunmada kullanılmıyor, tüm ağırlığıyla itaat etmeyenlerin kafasına indirmelerine de yarıyor.

*  *  *

Gerçek bir Müslüman açısından din ile ahlakın birbirinden ayrılmaması gerektiği düşünülür.

Oysa siyasal İslamcı, günlük yaşamda ve politikada ahlakı da onun dinle ilişkisini de takmıyor.

Yalan söyleme, iftira atma, çalma, öldürme gibi emirleri umursamıyor.

Ve para, mal-mülk, iktidar sahibi olma konusunda olağanüstü hırslı.

Konu gevezeliğe gelince elbette mangalda kül bırakmıyor ve “Parayı pulu öteki dünyaya götüremezsin” edebiyatını sizden daha iyi yapıyor. Ama gelin görün ki, her türlü yöntemle onları “götürmek” için elinden geleni yapıyor.

Belediye başkan adayları mütevazı mal varlığına, mesela, sadece bir yüzüğe sahip olsa, herhalde parlak bir popülist söylem eşliğinde hemen açıklayabilirlerdi.

Ama bol sıfırlı servetleri açıklamaya dilleri kolay dönmüyor. Onun yerine din sosuyla kafa karıştırmayı deneyebiliyorlar:

 “Mal benim değil ki Allah’ın, ben sadece onun emanetçisiyim.”

Aslında “Allah’a ait” sayılmasına rağmen, o malın ve mülkün “emanetçisi” olabilmek için türlü çılgınlıklar yapılabiliyorlar.

Daha çok ev, daha çok arsa, daha pahalı arabalar, yatlar, katlar…

Hepsi Allah’ın tabii…

Yoksa sizin bir kuşkunuz mu var?

Ama “şu yalan dünyada geçireceğimiz 3-5 gün” içinde bunların keyfini sürsek fena mı olur?

Hem bakarsın “öteki dünya” denilen şey…

Tövbe yarabbim, Ramazan günü günaha sokmayın adamı!

*  *  *

Yukarıda din ile ahlak arasındaki bağlantıdan bahsettim ama mesele illaki dinle bağlı ele alınmak zorunda değil.

Mesele “iyi insan” olmak.

Yani bize hizmet etmesi için seçeceğimiz insanlar iyi olmalı.

Yani kötü olmamalı.

Yani kötü kalpli, ahlaksız, vicdansız, merhametsiz olmamalı.

Yalan söylememeli, iftira atmamalı, hırsızlık yapmamalı, kimseyi öldürmemeli…

Dahası var…

Sadece kötülük yapmaması da yetmez, iyilik de yapabilmesi gerekir.

İyilik…

Sahi “iyilik” ne demekti, usta?

“Bir insana herhangi bir karşılık beklemeden yardımcı olmak” olabilir mi, mesela? (Pardon, “bir insana” yerine “bir canlıya” desek olur mu?)

Ona merhametli davranmak, onunla ilgili kaygı duymak, kendini onun yerine koyabilmek, onu dinlemeyi ve anlamayı başarabilmek, en azından ona dikkat ve nezaket göstermek olabilir mi?

*  *  *

Aristoteles iyiliği “yardım eden kişinin kendisi için herhangi bir karşılık ve çıkar beklemeksizin, sadece ihtiyacı olan insanın çıkarına uygun olarak katkı vermeye hazır olması” şeklinde tanımlıyordu.

Friedrich Nietzsche ise iyiliği ve sevgiyi “insanlar arası ilişkilerde en fazla tedavi etkisi olan ilaç” olarak görüyordu.

Siyasette, parlamentoda, belediyelerde vs. bu ve benzeri tanımlara uygun insan biliyor musunuz?

Kaç tane?

Ya da toplamın yüzde kaçı?

Sağcı veya solcu? İktidar ya da muhalefet yanlısı?

Kaç tane temiz ahlaklı temsilcimiz var?

Ya biz? Ahlaklı temsilciler seçebilecek kadar ahlaklı mıyız?

Kaç anne baba ve öğretmen çocuklara “iyilik” kavramını, “iyilik yapmanın insan olmak için zorunlu bir özellik olduğunu” anlatıyor?

Kaçı onları çifte standartlardan koruyor, kendine benzemeyenlere de saygı ve hoşgörü göstermelerini aşılıyor?

Kaç kişi?..

Neyse, uzatmayalım (zaten uzatsak da neye yarar ki).

Gülten Akın’ın hüzünlü söyleriyle bitirecek olursak:

“Ah, kimselerin vakti yok 

Durup ince şeyleri anlamaya…”