Türkiye-Rusya ilişkileri 2024 yılında nasıldı deyip üç seçenek sunsak, çoğunluk hangisini doğru bulur acaba?
Geçmişe göre daha iyiydi.
Eskisi gibiydi; daha iyi ya da daha kötü olmadı.
Daha kötüye gitti.
Herhalde konuya çok uzak olmayan herkes üçüncü veya en azından ikinci şıkka yönelecektir, ilkini savunan pek çıkmayacaktır.
2024’ün bitmesine bir ay kala Moskova’da görüştüğüm üst düzey bir Rus yetkili şöyle dedi:
“Türk-Rus iş birliği, ya da senin daha çok tercih ettiğin haliyle söyleyeyim, Erdoğan-Putin ilişkileri zaten ilerleyebildiği kadar ilerlemiş, zirveyi görmüştü. Bundan fazlası mümkün değildi. Dolayısıyla şimdi birçok sorun yaşamamız çok doğal. Çünkü farklı cephelerde olmasına karşın olabildiğince birlikte davranmaya çalışan taraflar, çıkarlarını öne aldıkça birbirinden giderek uzaklaşabiliyor.”
Bu konuşmadan sonra geçen haftalarda Suriye’de iktidarın devrilmesi, Moskova ile Ankara arasındaki mesafeyi daha da açtı ve ilişkilerdeki güven sorununu daha da derinleştirdi.
Erdoğan-Putin zikzakları
Astana Süreci kapsamında Rusya’nın Türkiye’nin “kontrolüne” bıraktığı İdlib’den çıkan silahlı İslamcı güçler Esad yönetimini kısa sürede devirdi. Kremlin’in burnundan solusa da Erdoğan’a karşı özenli davranmaya gayret ettiği bir ortamda, resmî iktidardan çok da bağımsız sayamayacağımız Rus medyasında Külliye aleyhine neredeyse hakarete varan sertlikte yayınlar dikkat çekiyordu.
Bu arada kendi liderleri Putin’i açıkça eleştirmeye çekinen bazı Rus siyasetçiler ve gazeteciler, Rusya yönetiminin Türkiye’ye karşı “aşırı derecede hoşgörülü” davrandığından dem vuruyordu.
Bu durum, benim aklıma 2000’lerin başında çiçeği burnunda Rusya Devlet Başkanı’nın enerji ihracatı temelinde dış politikada yeni adımlar atarken Erdoğan’la yakınlaşma çizgisine yönelmesini ve buna bazı çevrelerin “hem İslamcı hem de NATO üyesi olanlara bu kadar güvenmek doğru mu?” türü sorularla dışa vurdukları itirazları getirdi.
Putin bunlara aldırmadan cesur yaklaşımlarla ilerledi ve Türkiye’yi ilk kez ziyaret ettiği 2004 yılından itibaren bazı açılardan giderek kendine benzediğini hissettiği Türk liderle ilişkileri geliştirdi. 2011’e kadar her şey harikaydı. “Arap Baharı” ve Suriye’de başlayan iç savaş, Erdoğan’ın önceliklerini değiştirmeye başlasa da 2015’e kadar Türk-Rus hattında ciddi sorun çıkmadı.
30 Eylül 2015’te Rusya’nın savaşa fiilen katılması Ankara’da sinirleri iyice oynattı. 3,5 hafta sonra Türkiye bir Rus uçağını düşürdü ve Putin Erdoğan’a karşı “bayramlık ağzını” açtı.
Bu arada Rusya’nın Batı ile ilişkileri, Ukrayna konusunda daha 2014 yılında, Kırım işgali ile birlikte bozulmuştu (G7’nin 1997-2014 arasında Rusya’yı da arasına alarak G8 formatında toplantılar düzenlediğini, yine aynı yıllarda NATO-Rusya Ortak Konseyi’nin faaliyet gösterdiğini şimdi kaç kişi hatırlıyor?).
2016’da aynı Batı ile Türkiye’nin yaşadığı gerginlikler Kremlin tarafından özenle masaya yatırıldı. “15 Temmuz darbe girişimi”, 19 Aralık’ta Rus Büyükelçi Karlov’un karanlık bir suikaste kurban gitmesi, ertesi yıl şu ana kadar hiç kullanılmayan Rus S-400 füze sisteminin satın alınması anlaşmasının imzalanması, derken iki devlet arasındaki ilişkiler, manipülasyonla ve Batı’ya yönelik şantajlarla ilerleyen riskli bir yola sokuldu.
Rus gözüyle: “Erdoğan ve diğerleri”
Bu süreç içinde Türkiye muhalefeti nasıl bir rol oynadı? Hiçbir rol oynamadı.
Moskova’dan bakınca Türkiye siyaseti şöyle görünüyordu: Bir yanda birçok Rus açısından “asla yenilmez” olan, becerikli, deneyimli, kurnaz, fazla güvenilmez ama gerektiğinde Batı’ya rest çekebilen Erdoğan… Diğer yanda fazla etkili olmayan muhalifler… Bunların içinde CHP “her zaman Batı yandaşı ve Rusya karşıtı” olarak özellikle antipatikti.
2019 yerel seçimleri Moskova’daki bu tabloyu sarsmış olsa da fazla değiştirmedi. 14 Mayıs 2023 seçimleri yaklaştıkça Rusya’da “ya Erdoğan kaybederse?” sorusu ara sıra kaygıyla gündeme getirilmeye başlandı. Bunun iki sonucu oldu: Birincisi, Kremlin daha önce olduğu gibi, hatta daha fazla Erdoğan’a açıktan destek verdi. İkincisi, Moskova’da cılız da olsa, bir şekilde CHP ile ilişki kurma isteği doğdu. Ancak yeterince kararlı değildi ve üstelik Kılıçdaroğlu CHP’si da Rusya’ya karşı oldukça soğuktu.
2022 sonunda önemli bir Rus kurumun Moskova daveti CHP lideri tarafından reddedildi. Seçimlere birkaç gün kala da Kılıçdaroğlu’nun Twitter hesabından Rusya’nın sandıklara müdahale edeceği varsayımıyla ve kabadayı üslubuyla (“Türk’ün devletinden elini çek!”) verilen o garip mesaj paylaşıldı. Böylece zaten birbirine uzak olan CHP ve Rusya yönetimi arasındaki mesafe daha da açılmış oldu.
Muhalefet dış politikaya uzak
Türkiye’nin 20 küsur yıllık yakın geçmişine bakacak olursak, muhalefetin genellikle dış politikadan uzak durduğunu söyleyebiliriz. Bu alanı iktidara terk etme eğilimi yaygın. Muhtemelen “biz iktidara geldiğimizde duruma bakarız” diye uluslararası konuları uzak raflara koymak, muhaliflerde bir alışkanlık gibi.
Zaman zaman da muhalefet “yerli ve millî” görünme kaygısıyla kendini resmî çizgiye ayak uydurmak zorunda hissediyor ve iktidarın arkasında sıraya diziliyor.
Söz gelimi, komşularla ilişkilerde yakın tarihimizin en önemli hatalarından birinde, 24 Kasım 2015’te, Türkiye Rus uçağını vurduğunda muhalif saflardan eleştirel ses pek duyulmamıştı.
Bir başka örnek, CHP’nin yıllar önce Suriye ile ilişkiler konusunda iktidardan daha pozitif ve yapıcı bir çizgi oluşturmaya çalışması, ancak bunun dünya kamuoyuna, bu arada Rusya’ya anlatılması için hiçbir etkili ve kapsamlı çaba harcamamasıydı.
Akkuyu’dan S-400’e, eski Sovyet coğrafyasının sıkıntılı bölgeleri Abhazya’dan Transdinyester’e kadar bir dizi konu, başta CHP olmak üzere muhalif partilerin gündemine girmedi ve Rusya (Türkiye-Rusya ilişkileri) stratejisi oluşturulması ihtiyacı hissedilmedi.
Elbette böyle bir ortamda son yılların en önemli uluslararası gündemlerinden Rusya-Ukrayna Savaşı konusunda derinlikli bir kurumsal yaklaşım oluşturulması, hele hele krizin çözümüne ilişkin bir çalışma içine girilmesi de söz konusu olamazdı.
Yarını beklemeden dünyaya açılmak
Son yıllarda iç politikada ve özellikle de ekonomide ciddi zayıflıkları olan Erdoğan yönetiminin kendini en iyi hissettiği alanlar arasında dış politika öne çıkıyor. Ukrayna’daki savaşla ilgili arabuluculuk çabaları, Karabağ Savaşı’nın bitirilmesindeki payı ve daha bir dizi konuda Erdoğan “dünya lideri” olarak seçmenin önemli bölümümün algısında ayrı bir yer tutuyor. Bunda muhalefetin pencerelerinin önemli ölçüde “dışarıya kapalı” olmasının etkisi az değil.
Dış siyasetin çoktan iç siyasetin bir parçası olduğu koşullarda, belki de muhalefetin bu alanda gerçekleştirebileceği zihinsel ve pratik dönüşüm, iktidar mücadelesinde belirleyici rol oynayabilir. Bunun için en başta CHP’nin dünyaya karşı daha duyarlı ve ilgili olması, “yerli ve millî” kalıpları aşan bir cesaretle ve yaratıcılıkla inisiyatifler geliştirmesi, yarına ertelemeden önemli uluslararası merkezlerle tanışması ve ilişkilerini geliştirmesi gerekiyor. Türkiye’nin çıkarlarını temel alan dengeli bir dış politika ve şimdiki iktidarın zaman zaman aktifleşse de genellikle öngörülmez ve güvenilmez bulunan dış politik çizgisinden farklı bir hat ortaya koyulabilir ve saygın uluslararası ilişkiler kurulabilir. Bu arada yerel yönetimler dış dünyaya açılmada daha şimdiden iş birliği kapılarını açabilir.
Bunlar birçok ülkeyle ilişkiler açısından geçerli olabilir. Hele hele “Türk-Rus baharı”nın geride kaldığı son dönemde, muhalefetin Moskova ile ilişkilere ağırlığını koymasının, eskisinden daha aktüel ve zorunlu bir görev haline geldiğini düşünüyorum.