Demokrasiden tedrici uzaklaşma, popülist kurumlaşma, adı konan ve konmayan krizlerle iç içe yaşam ve bunların ideolojik gömleği olan beka söylemi, ülkeye hakim kolektif depresyon halinin ana nedenleri.
Türkiye’nin demokrasisi oldum olası “eksik”tir. Demokratik kopuşlar, toplumsal gerginlikler öykümüzde nitelik ve nicelik bakımından önemli bir yer tutarlar.
Ancak bununla birlikte, bu ülkede farklı toplumsal kesimlerin ortak hülyası da görece istikrar ve adalet içeren bir toplumsal düzene sahip olmaktan hiç geri kalmamıştır. Bir imparatorluk mirası olarak, bu topraklara sığınma veya bu topraklarda “öteki”yle varoluş zorunluluğu ve buna rıza, aralarındaki tüm gerginliklere rağmen, kültürel kimliklere ait ortak zihniyet havuzunun önemli parçalarından birisidir.
Cumhuriyet döneminde birçok aşırılık ve kutuplaşma bu ortak nokta üzerinden ve seçmen eliyle törpülenecektir. Toplumun dokusuna ve dengesine oranla, nitelik bakımından otoriter dönemlerin “istisna”, adalet, hakkaniyet, umut arayışlarının “kural” olduğu bir mirasın üzerine oturduğumuzu unutmamak gerekir.
Velhasıl Türkiye’de kimlikçi-otoriter siyasetin (dün olduğu gibi bugün de) uzun vadede sürdürülemez olduğunu düşündüren iki temel husus bulunuyor.
Birincisi kimlikçi-otoriter siyasetin ölçüsü kaçınca, belki paradoksal görünebilir, ancak ülkenin cemaatçi dokusunun, kimliklere dayalı çok parçalı toplumsal yapısının bir panzehir gibi devreye girmesidir. Bu durum Türkiye’de toplulukçu yapı ile toplulukçu siyasetin bir aşamadan sonra, birbirlerini çekmesine değil itmesine işaret eder ve önemlidir. Zira toplulukçu siyaset, böyle bir yapıda, sonunda adına hareket ettiği kesim dahil olmak üzere tüm kesimlere zarar verir.
Tetiklenme sistemi açıktır: Toplulukçu siyaset, hemen her zaman, hemen her yerde kutuplaşmanın, otoriter ve kimlik merkezli keyfi bir yönetimin kapısını açar. Bizim gibi toplumlarda, zihniyetin derinlerinde yatan, kişi, kişiselliğin hükümranlığını davet eder, gelenek adına gelenekleri, kurumların yapısını altüst eder. Bu kapıdan girmenin bedeli ise kültürel, ekonomik, siyasi alanların kendi kurallarından koparılması, keyfi ve tekelci yönetime maruz kalmasıdır. Bu ise, siyasi, ekonomik, ahlaki altüst oluşlar ve krizler serisiyle tanışmak demektir.
Bu noktada zora düşen sadece karşı kimlikler olmaz, hakim kimlik dahil tüm topluluklar ahlaki, siyasi, ekonomik sarsıntılar yaşarlar. Supap işlevini gören ortak alanları ayakta tutan, “kişi ve kimlik faydası” arasında bağ kuran rasyonalite tahrip olur. Adım adım tüm toplumu kuşatan umutsuzluk, hukuksuzluk, hakkaniyet eksikliği, kişiye ve kibire olan tepkiyle beslenerek sonunda kuvvetli bir rüzgara döner, otoriter-kimlikçi siyaseti önüne katarak süpürür.
Otoriter kimlikçi gidişin karşısına dikilecek ikinci husus, az önce altı çizilen fayda meselesinin iç dengeleriyle, ekonomi politiğiyle ilgilidir. Türkiye’de kimlik egemen toplumsal yapının denge unsurlarından birisi, aynı anda kişisel fayda, topluluk faydası, toplum faydası kefelerini içeren hassas terazidir. Sistemin rasyonelliği ya da rasyonellik tanımı bu kefelerin varlığı kadar, bunlar arasındaki geçişleri ve dengeyi varsayar. Her fayda kefesi diğer kefelerin varlığını koruyan bir işlev görür.
Türkiye bugün bu serüvenin tüm veçhelerini yaşıyor.
Bir yandan iktidarın adına hareket ettiği kimliğin varlığına ve değerlerine ilişkin saha genişliyor. Diğer yandan bu genişleme kaotik, kuralsız, ötekinin ve ortak değerlerin aleyhine oldukça, “yargı ve adalet”, “seçim ve demokrasi”, “siyaset ve hakkaniyet”, “ekonomi ve rasyonellik” arasındaki bağlar gitgide kopuyor.
Bunlar ise Türkiye’yi her geçen gün biraz daha boğuyor. Kutuplaştırıcı siyaset, adım adım, iktidarı destekleyen grupların temel değerlerinin aleyhine de sonuçlar üretiyor.
Velhasıl, beka, siyaset-devlet özdeşliği günleri bir gün geçecektir.
Bu öykünün sonu bir gelecektir.