Batı karşıtlığı, sadece Batı dışındaki toplumlara özgü bir olgu değil; Batı'nın kalbinde de güç kazanıyor. Bu hafta Financial Times tarafından Dünya Değerler Araştırması verileriyle hazırlanan bir haber, ABD sağının liberal değerler ve uluslararası iş birliği konusundaki tutumları bakımından Türkiye, Çin ve Rusya gibi ülkelerle aynı eksende yer aldığını ortaya koyuyordu.
Batı içindeki Batı karşıtlığına dayanan aşırı sağ, parçalı bir hareketten ziyade, farklı düşünürler tarafından temsil edilen ve ortak temalar etrafında şekillenen tutarlı bir ideolojiye işaret ediyor. Değerler açısından Rusya ve Çin gibi ülkelerle benzerlik taşısa da onlardan temel bir farkı var: Batı aşırı sağı, Batı'nın üstünlüğünü hedef almıyor; aksine, Batı’nın üstünlüğünü koruması için liberal Batı’dan vazgeçilmesi gerektiğini savunuyor.
Liberal Batı’ya yönelik eleştirileri ise beş temel noktada toplanıyor: demokrasi, elitizm, çokkültürlülük, gelenek kaybı ve küreselleşme.
Demokrasi: Özgürlük mü, kaos mu?
Aşırı sağ düşünürler, demokrasinin vaatlerini yerine getirmekte başarısız olduğunu, bunun yerine yerleşik güç yapılarına bir maske işlevi gördüğünü savunuyorlar. Onlara göre demokrasi, halkın gerçek iradesinin bir ifadesi değil, elitlerin egemenliklerini sürdürmek için manipüle ettikleri bir araç.
Örneğin, Mencius Moldbug, demokrasiyi vasatlığı ve verimsizliği sürdüren kaotik bir sistem olarak tanımlar. Demokratik yönetimi, liderlerin uzun vadeli istikrardan çok geçici kamuoyu görüşlerine bağlı olduğu bir tür "örgütlenmiş anarşi" olarak resmeder.
Moldbug, kurumsal yönetime dayanan bir modelle, egemen bir liderin (ya da "devletin CEO'sunun") toplumu maksimum verimlilik ve düzenle yönetmesi gerektiğini savunur. Zira aşırı sağın devlet görüşü “bir şirket” olarak devlet modeline dayanır. Katılım ve söz değil, verimlilik esastır.
Gizli iktidarın anatomisi
Aşırı sağın liberal Batı’ya yönelik eleştirilerinin bir diğer önemli unsuru elitlere yönelik öfkedir. Aşırı sağ akademide, medyada ve kültürel kurumlarda yer alan liberal elitleri, ilerlemeci ortodoksiyi dayatan ve kendi çıkarlarını gözeten bir sınıf olarak eleştirir. Bu elitler, nesnellik kisvesi altında muhalif sesleri bastırır ve liberal ideolojileri empoze ederler.
Örneğin, aşırı sağın en etkili düşünürlerinden biri olarak yeniden popülerlik kazanan Julius Evola, modern elitleri Batı medeniyetinin manevi ve kültürel köklerinden kopmuş olmakla eleştirir. Evola, liberal elitlerin materyalizmi öncelediğini ve bunun da toplumsal refah ve ahlaki düzen için gerekli olan manevi temelleri aşındırdığını savunur.
Çokkültürlülük: Birlik mi, bölünme mi?
Aşırı sağın, liberal Batı’ya üçüncü eleştirisi çokkültürlülüğe yöneliktir. Aşırı sağ, kapsayıcılık ve çeşitliliği, liberal Batı’nın çöküşünün merkezinde konumlandırır ve bu değerlerin toplumsal bütünlüğü zayıflattığını ve ulusal kimliği aşındırdığını savunur.
Greg Johnson, Beyaz Milliyetçi Manifesto adını verdiği kitabına şöyle başlar: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Beyaz milliyetçiliğin hayaleti.” Johnson liberal Batı’nın çokkültürlülüğüne karşı etnonasyonalizmi savunur ve çeşitliliğin toplumları parçaladığını ve uzun vadeli istikrar için gerekli olan kültürel birliği engellediğini iddia eder.
Benzer şekilde, Richard Spencer, Avrupa Kimliğinin Köksüzleştirilmesi adını verdiği kitabında çokkültürlülüğü, liyakat ve geleneğin üzerine çeşitliliği koyan bir liberal deney olarak tanımlar.
Pat Buchanan, “Batı’nın Ölümü” kitabında Batı dünyasının eşi benzeri görülmemiş bir varoluşsal tehdit ile karşı karşıya olduğunu savunur. Azalan doğurganlık oranlarını, bu krizin bir kanıtı olarak gösterir. Artan göç oranları tarihsel olarak beyaz çoğunluklu ulusların kültürel ve ırksal yapısını sulandırarak Batı medeniyetinin çöküşünü hızlandırmaktadır.
İslam karşıtlığı ise bu eleştirilerde önemli bir rol oynamaktadır. Bat Ye’or’un "Eurabia" kavramı, Batı’nın Avrupa-Arap yakınlaşması ve Müslüman göçü yoluyla Araplaştığını iddia eder.
Gelenek, ahlak ve erkek(liğin) krizi
Aşırı sağın liberal Batı’ya yönelik eleştirilerinin dördüncü unsuru, kültür, gelenek ve ailenin çürümesine odaklanır. Bu perspektife göre, Batı’nın ahlaki ve kültürel krizi, liberalizmin bireycilik, feminizm ve cinsiyet eşitliği gibi değerleri merkeze alan politikalarıyla derinleşmiştir. Aşırı sağ, bu krizden çıkış yolunu, geleneksel aile yapılarının, cinsiyet rollerinin ve dini değerlerin yeniden canlandırılmasında görür.
Greg Johnson, feminizmin toplumsal bütünlük ve kültürel süreklilik açısından temel olan nükleer aileyi ve erkekliği aşındırdığını savunur. Ona göre, kadınların çalışma hayatında ve kamusal alanda artan rolü, doğurganlık oranlarını düşürerek ulusal kimliği tehdit etmektedir . Johnson, liberalizmin bireysel özgürlüğü önceleyen politikalarının, toplumsal dayanışmayı ve ulusal bağlılığı da zayıflattığını iddia eder. Bu çerçevede, feminizm ve LGBTQ+ haklarına karşı sert bir eleştiri geliştirir ve cinsiyet rollerinin doğa tarafından belirlenen değişmez gerçeklikler olduğunda ısrar eder.
Julius Evola, geleneksel erkeklik ve kadınlık rollerinin kaybını, Batı’nın kültürel krizinin bir sembolü olarak görür ve bu rollerin yeniden tesis edilmesini, Batı’nın gücünün geri kazanılması açısından hayati olarak değerlendirir. Evola’ya göre, modernizmin eşitlikçi ve materyalist idealleri, Batı’nın manevi köklerini ve hiyerarşik toplum düzenini yok etmiştir.
Aşırı sağ, Batı'nın ancak hiyerarşi, düzen ve geleneksel değerler ekseninde yeniden inşa edilerek kültürel ve manevi krizden çıkabileceğini savunur.
Küreselleşme vs. milliyetçilik
Son olarak, aşırı sağın eleştirileri sıklıkla küreselleşmeyi milliyetçiliğin karşıtı olarak konumlandırır ve bunu, elitlerin kendi gündemlerini egemen uluslara dayattıkları bir kontrol mekanizması olarak tasvir eder. Avrupa Birliği (AB), Birleşmiş Milletler (BM) ve çok uluslu şirketler gibi kurumlar, ulus-devletlerin özerkliğini zayıflatan elit kontrolünün araçları olarak görülür. Aşırı sağa göre, liberal küreselleşme tarafından teşvik edilen uluslararası iş birliği, bir ulusun kendi kendini yönetme, politika belirleme ve kültürel ve ekonomik çıkarlarını koruma kapasitesini ciddi şekilde sınırlandırmaktadır.
Küresel ticaret anlaşmaları, çok uluslu şirketlere fayda sağlarken yerel işletmeleri ve işçileri dezavantajlı duruma düşüren sömürü mekanizmaları olarak çerçevelenir. Aşırı sağ, küreselleşmenin Batı ekonomilerini sanayisizleştirerek yerli işçileri işlerinden ettiğini ve ulusları ulusötesi sistemlere bağımlı hale getirdiğini savunur. Bu çerçevede, liberal enternasyonalizmin ekonomik reddi, sıklıkla korumacılığa, sıkı sınır kontrollerine ve küresel iş birliği yerine ulusal çıkarları önceleyen politikalara dönüş çağrısı yapar. Böylece, güçlü ve kendi kendine yeterli bir ulus-devlet vizyonunu pekiştirir.
Bu yaklaşım, uluslararası kurumları ve küresel sermayeyi, ulusal kimliği ve ekonomik bağımsızlığı tehdit eden unsurlar olarak tanımlar ve küreselleşmeye karşı verilen mücadeleyi, Batı'nın gerçek kimliğinin ve kültürel sürekliliğinin korunması olarak sunar.
Batı'nın geleceği ne yönde?
Sonuç olarak, aşırı sağın yükselişi, Batı içindeki derin bir çatışmayı gözler önüne seriyor. Mesele Amerika ile Avrupa’nın yollarının ayrılması değil; asıl ayrım, liberalizmin savunduğu Batı vizyonu ile aşırı sağın önerdiği alternatif arasında. Trump’ın Amerika’da hızla uygulamaya koyduğu politikalar aşırı sağın on yıllardır savunduğu ve kendi içinde bir bütünlüğü olan politikalar.
Elon Musk’ın AfD’ye açık desteği ve J.D. Vance’in Avrupa’daki aşırı sağ liderlerle kurduğu temaslar ise aşırı sağ hareketlerin birbirinden bağımsız olmadığını; aksine, ideolojik ve stratejik olarak birbirine bağlı bir ağ oluşturduğunu gösteriyor.
Bu noktada asıl soru şu: Batı, liberalizmin krizini aşarak kendi içindeki bu ideolojik meydan okumaya karşı koyabilecek mi, yoksa aşırı sağın önerdiği bambaşka bir Batı vizyonu mu galip gelecek?
Batı'nın geleceği, Avrupa ve Amerika arasındaki rekabet üzerinden değil; bu iki vizyon arasındaki mücadele üzerinden şekillenecek.