Bir demokrasinin varlığı öncelikle ve her şartta insanların serbestçe konuşabilmesinden belli olur. Konuşmak seçimden seçime değil, her gün…
Demokrasi, hukukun varlığının kayıtsızca hissedildiği sistemin adıdır. Hukuk, ona göre buna göre değil, herkese…
Medyanın özgür olduğu, fikir hürriyetinin bir tartışma konusu olmadığı düzen demokrasidir. Özgürlük, bir kesime değil her kesime…
Bir demokrasi ayrıca, sivil toplum örgütlerinin nefes alıp verebildiği düzenin adıdır. Nefes almak bazılarına değil, hepsine…
Tekrara hacet yok, demokrasi serbest seçimden hukukun üstünlüğüne, sivil toplumdan ifade özgürlüğüne birçok kurumun, birçok duygunun ve birbirinden farklı görüşlerin şekillendirdiği rejimdir.
Biri olursa yetmez, hepsi birden aynı anda işlemezse tadı olmaz. Bunun adı da zaten tam demokrasi olmaz.
İşler kötü giderken iktidarı eleştirebilirsin, işler yolunda giderken de daha iyisi için yine eleştirebilirsin. Bir iş iyi giderken ötekinden kaygılanıyorsan hepsini birden yine eleştirebilirsin. Ya da bir sebebin yokken, sadece canın öyle istediği için de…
Demokraside eleştirmek, hatta öfke ve suçlamak vatandaşa; gönül almak, katlanmak, uysallık ve adalet devletedir. Devletin dini, imanı, ideolojisi sadece adalettir.
Ne var ki bu bağlantı koptu, zaten pek uzun hüküm sürmeyen ılıman iklim iyice bozuldu… Tahammül ve tolerans azaldı; demokratik sınırlar belirsizleşti ve siyaset yapmak yerine güç kullanımı alışkanlık haline geldi.
Son olarak TÜSİAD yönetimi soruşturma altındadır. Seçilmiş belediye başkanları, gazeteciler, siyasi yasak hamleleri, STK üyeleri derken, zincirinin son halkası patronlar kulübü oldu. Görüldüğü ve yaşandığı gibi şaşırma duygusu azalıyor ve soruşturmanın en yenisi bir öncekini unutturuyor. Nasıl bir önceki daha öncekini unutturduysa… Atmosfer böylelikle daralıyor.
Oysa, gerçeğin peşinde koşmak gazetecinin işidir, başka bir yol olduğunu göstererek muhalefet etmek siyasetin görevidir, ikaz etmek ve uyarmak ise sivil toplum örgütlerinin varlık sebebidir. Kaldı ki demokraside görev dağılımı ve tekeli de yoktur. Her isteyen, her konuda fikrini söyleyebilir. Geçtik bunu, şimdi kurumlar ve kişiler görev gereği söylemeleri gereken sözlerden, yapmaları gereken faaliyetlerden ve ihmal etmemeleri gereken ikazlardan dolayı hedefe konuyor.
Bu tablo Türkiye’ye yakışıyor mu, demeyeceğim. Böyle bir ülke dünyanın yatırım yapmak isteyeceği bir ekonomi olur mu, demeyi de bıraktım. Yahut ele güne rezil oluyoruz, falan. Bunları çoktan geçtik…
Bırakalım dünyayı, sıcak parayı, soğuk parayı da kendi kendimize verdiğimiz eziyetin manası nedir? Bu ülkede kimileri iktidar, kimileri muhalefet, kimileri gazeteci, kimileri girişimci, kimileri şu veya bu, hep birlikte işimize bakmak niye bu kadar zor? Herkesin kendini iyi hissettiği bir düzende siyaset yapmak çok mu zor? İç cepheye ne oldu Allah aşkına?.. Hani güçlendirecektik, dosta güven düşmana korku salacaktık; dünya bizimle uğraşırken biz içimizdeki kavgayı bırakıp bir olacaktık! Ne oldu bu çağrıya!
Herkes iç cephede kurşun asker gibi dizilmek zorunda mı? İnsanların birbirinden farklı, fikri, bilgisi, hayali ya da hedefi olunca o cephe hemen dağılıyor mu? Kafayı biraz kaldırana, “işler kötü gidiyor” veya “daha iyisi mümkün” diyene davayı yapıştırınca cephemiz daha mı güçlü olacak? Büyük, güçlü ve mutlu bir ülke olmanın başka yolu kalmadı da bula bula buna mı kaldık!