Rusya’nın Türkiye’yi yardım etmekle suçladığı Nusra, Suriye topraklarında “Emirlik” kurma işine 2014’te başlamıştı. Etrafındaki rakipleri veya herhangi bir şekilde engel, tehdit oluşturan başka örgütleri bir bir temizliyordu. Fiilen ortadan kaldırıyor ya da kendine katılmaya zorluyordu. İdlib bölgesinde uygulanan ateşkesler hep Nusra’nın cephe olarak varlığını sağlamlaştırma ve yerleşme konusunda işine yaramıştı.
2016 Temmuz’unda, ABD ile Rusya’nın anlaşarak birlikte Nusra’yı ortadan kaldırmaya girişeceklerine ilişkin haberler duyulmaya başlanmıştı, Şam’ın Fethi Cephesi adı altında biraraya gelme girişimi biraz da bunun sonucuydu. Nusra’nın El Kaide bağlantısı meselesinin, ŞFC’nin hiçbir “dış bağlantısının” bulunmadığı açıklamasıyla aşılması amaçlanmıştı, ancak Suriye’ye gelmiş çok sayıda yabancı cihatçı savaşçının konumu da netameli mevzuydu. Silahlı örgütlerin “Suriye’ci” olanları bu yabancı uluslararası cihatçılardan rahatsızdı. Nusra’cılar ise onları gözden çıkarmak istemiyordu.
Ahrar ile ŞFC (Nusra) arasında liderlikti şuydu buydu anlaşmazlıkları sürdü. O arada savaş sahasında işler kötü gidiyordu ve Türkiye de devreye girmiş, bazı silahlı güçleri kendi hesapları doğrultusunda, Fırat Kalkanı harekâtı için kaydırmaya girişmişti. Ankara aynı zamanda, sözünü geçirebileceğini umduğu silahlı örgütleri Astana’da biraraya getirip anlaşmaya zorluyordu. Aralarında Nusra yoktu.
Örgütler, Ahrar el-Şam’ın lideri Ali el-Ömer’in (Ebu Ammar Taftanaz) ŞFC’nin başına geçmesi, Colani’nin başkomutan olması üzerinde anlaşmışlardı. Ancak terörist örgütler listesine alınmaktan korkan örgütlerin mensupları ile dış destekçileri bu birleşmeye dair tereddütlerini ortalıkta yinelemekten vazgeçmiyorlardı. Ahrar’ın çevresindeki bazı “ulusalcı” örgütlerin huzursuzlukları da bitmiyordu. Bir aşamada Colani o ana kadar üzerinde anlaşılmış her şeyi kenara attı, Ahrar anlaşmadan çekildi. ŞFC projesi yatmış görünüyordu.
2017 başında, ŞFC mevzileri ABD uçaklarının yoğunlaşmış bombardımanı altındayken, İdlib’te toplanmış muhalif ahali, örgütler birleşsin diye gösteriler yapıyordu.
ŞFC rest çekti. Astana’da masaya oturtulanlar dahil bilumum örgütleri karşısına aldı ve temizliğe girişti. Gücü onunkiyle kıyaslanamayacak çaptaki küçük örgütlerin karargâhlarını kuşatarak silahlarına, teçhizatlarına elkoydu, birçok örgütü fiilen iş yapamaz hale getirdi. Ve muhalefetin “toplam silahlı gücünün üçte ikisine” kendisinin sahip olduğu iddiasıyla, “askerî ve siyasî olarak birleşik, dini-hukuki bir temele dayanan, barış ve savaş için karar verme yetkisine sahip bir Sünni oluşumun kurulması” yönünde “pratik, samimi tedbirler” talep etti. Yani, yavaş yavaş bir devletçik haline gelelim, diyordu.
Nureddin Zengi Hareketi ve başka örgütler, biraz da tehdit ve zorlama ile 28 Ocak 2017 günü ŞFC ile birleştiklerini açıkladılar, Ahrar’ın eski lideri Haşim el-Şeyh örgütün lideri ilan edildi, silahlı kuvvetlerin komutanlığı yine Colani’de kaldı. Heyet Tahrir el-Şam böylece kurulmuş oldu. Bildirisinde “bundan böyle bu devrime bu örgüt önderlik edecek” mesajı açık seçikti. Ahrar el-Şam, herkesin HTŞ’de toplandığını görünce yeniden “birleşelim” çağrısı yapmış, Nusra’cılar bunu takmamıştı.
HTŞ ile Ahrar arasında her alanda mücadele başladı. Hem çatışılıyor hem de bölgede iktidarlar kurup gündelik hayata hakim olmak için kapışılıyordu. Elektrik şebekesini kim ele geçirecek diye savaşırlarken basbayağı elektrik hatlarına sabotaj gibi eylemlere yönelebilmişlerdi.
Bu sırada Türk ordusunun kuzeybatı Suriye’ye her an girebileceği tahmin ediliyor, HTŞ buna engel olmanın yollarını arıyordu. Ahrar Ankara’ya daha yakındı. 2017 Temmuz’unda, nihayet, ufak çaplı çatışmalardan birinin büyümesiyle İdlib cihatçı bölgesinin bütününe yayılan genel kapışma başladı. HTŞ, Ahrar’ın güçlerini kısa sürede alt etti, birkaç gün sonra Ahrar havlu attı. Bu arada Nureddin Zengi’ciler de işlerin gidişatına itiraz ederek ittifaktan ayrıldıklarını açıklamışlar, ancak HTŞ onları da perişan edip tekrar aralarına katılmak zorunda bırakmıştı.
HTŞ, iç çatışmalarla bozulmuş moralleri yükseltmek için “Devrim devam ediyor” başlıklı bir bildiri yayınladı ve silahlı örgütlerin elindeki bölgelerin bütününde denetimi sağlayacak “sivil idare” kurulması aşamasına gelindiğini ilan etti. Artık rakip örgüt kalmamıştı.
Bu çatışmalar sürecinde Ankara (TSK) ile ilişki, tartışmalarda epey yer tutan, ayrılmalara, kopmalara yolaçan mevzuydu. İktidar çekişmeleri ve çıkar ilişkileri de bir kısım cihatçının HTŞ’de birleşme sürecinin dışında kalmasına yolaçtı. Dışarıda kalanlar daha sonra “Suriye Millî Ordusu” adı altında iş gören, doğrudan Ankara’ya bağlı güce katıldılar.
Nusra’nın sonuçta bütün öbürlerini alt edip, birleştirip, önderlik koltuklarını da kapmış olmasına rağmen, Suriye silahlı muhalefetinin uzun süre çok parçalı yapıda kalması, cihatçısıyla, milliyetçisiyle ele gelir bütün örgütlere dış güçlerce el atılmasını, bunların başkalarının hesaplarına göre yönlendirilmesini kolaylaştırdı. Biraraya gelmeleri bu yüzden de zor oldu. Çünkü en büyük ve güçlülerle aslında boy ölçüşemeyecek görece küçük gruplar bile, sırtlarını dayadıkları birileri sayesinde nüfuz mücadelesi alanında kendilerini söz sahibi sayabiliyorlardı. Oysa tek bir güçlü örgütün açıkça hakim olduğu oyunda bunlar ister istemez onun etrafında toplaşacak, otoritesini kabul edeceklerdi. Sonunda böyle oldu, ama kurulan denge ne kadar sağlam, hele işin içine ülke iktidarı gibi “getirisi bol” bir etken girdiğinde neler olacak, görülecek.
Colani, ŞFC macerasının da öncesinden itibaren, bütün güçlerin tek örgütlü yapı içerisinde biraraya gelmesi ve tek hiyerarşiye tâbi olmasının zorunluluğunu vurgulayagelmişti. 2016 Eylül’ünde El Cezire’ye verdiği ilk söyleşide, “yurtdışından gelen projeler”den yakınmış, bunların Suriye’ye doluşmasını içeride “eğilimler, fraksiyonlar, ekoller, yaklaşım vesaireye bölünmüş olma”nın mümkün kıldığını söylemişti. Nitekim, hem ŞFC hem HTŞ dönemlerinde, muhalefetin birleşmesinin elzemliği kadar, dış güçlerin manipülasyonlarından korunabilme de sık sık ortaya getirilen mevzulardandı.
İdlib’deki küçük örgütlerin çoğu Ahrar’ın sözüne bakıyordu. Çoğu, “Ahrar ile ŞFC anlaşsınlar, biz de uyarız,” tavrındaydı. HTŞ Ahrar’ı ezip sahadan silince, ayrı baş çeken kimse de çatlak ses de kalmamıştı. HTŞ, “tagallup”la, gücü gayrimeşru yoldan ele geçirmekle suçlandıysa da, bu suçlamalara itibar etmedi. Öbür örgütleri zorla kendi otoritesi altına alışını -“her hizbin dinî-hukukî otoritesinin öbürününkinden farklı” oluşundan, “hizipçi ruh”tan yakındığı bir bildirisinde- şöyle meşrulaştırıyordu:
“…bu karmaşık durumda, rejimi yıkmak bir yana, devrimin kazanımlarını bile koruyamayacağımızı gördük. Bunu Halep düşmeden önce de söylüyorduk. Halep'in düşmesi söylediklerimizi kanıtladı. Bu gruplar kırılgandı, sadece rahat zamanlarda maaş alan [kişilerden,] hayali sayılardan ibarettiler; savaşa sıra geldiğinde onları bulamazdınız. Dahası, size karşı komplo kuruyor olabilirlerdi. (…) Altı aydan fazla bir süre boyunca birleşmelerle ilgili toplantılar yapıldı ve sonuç hüsran oldu. Fetih el-Şam’ ın [ŞFC] bundan sonra yaptığı şey, devrimci gerçekliği barışçıl yoldan düzeltememesinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden bunu baskı ve güç kullanarak yaptı. Hernekadar bu seçenekler Fetih el-Şam için acı, zor ve istenmeyen seçenekler olsa da.”
İdlib cihatçı bölgesi tamamen HTŞ’nin denetimine geçtiğinde, kendi güdümündeki örgütlerin etkinlik kaybına karşı Ankara’nın müdahale edeceği vs. beklendi.
23 Temmuz 2017’de P24’te şöyle yazmışım:
“TSK’nın İdlib’e dalmasını şehvetle arzulayan şuursuzlar, üstelik muhtemel harekâtın Ahrar’ın yanında, doğrudan Nusra’ya karşı yapılmasını istiyorlar. Ahrar’ın lideri Ebu Ammar Ali Ömer’in ‘ordusunun başında’ çatışmalara katıldığını gösteren fotoğraflar paylaşılıyor, Türkiyeli Ahrar destekçileri, ‘bizim komutan burada, Colani nerede?’ diye taraftar usûlü kızıştırmalara girişiyorlar.”
TSK İdlib’e girip HTŞ ile çarpışmadı. Neredeyse tam aksi oldu ve hem Nusra’cılar arasında hem de bütün cihatçı ortamlarında hararetli tartışmalara yolaçtı: İki zırhlı araba içerisinde askerî ve sivil bazı Türk yetkililer, HTŞ araçlarının arasında, konvoy halinde İdlib’e girip “tetkik ve incelemeler” yaptı, Ankara’nın orada bir “çatışmasızlık bölgesi” kurmaya girişeceği anlaşıldı.
Üstelik, yakın dostu Ahrar’ı yok edip bölgeye kendi başına hükmetmeye yönelmiş HTŞ’yi sınır kapısı gelirinden yoksun bırakması beklenen Ankara bunu da yapmadı. Bölgeye “aşırılıkçı” gruplar egemen olduğu için sınırdaki ticaretin kısıtlanacağını açıklamış olan yetkililer sırra kadem bastı. İktidar propaganda aygıtı, HTŞ denetimi ve Selamet Hükümeti yönetiminde bölgeye huzur ve güvenin geri geldiği yollu yayınlar yapmaya başladı.
Ankara HTŞ’nin gücünü ve alternatifsizliğini anlamış, hem de yeni mülteci akını olmasın diye, kısa zaman içinde yüzün üzerinde üs-mevzi kurarak etrafını çevirdiği İdlib’de onunla iş görmeye karar vermişti. Dışarıdan müdahaleye alerjili HTŞ böylece çok yönden müdahalelerle karmakarışık hale gelen mücadele ortamında kendini kurtarmayı başardı ama dış müdahalenin en monoblok, homojen ve etkilisiyle karşı karşıya kaldı. Ankara-HTŞ ilişkisi halen muammadır.
GÖZLENEN NEDİR?
Moskova ve Ankara -Tahran da var, ama özellikle ilk ikisi-, Astana’da anlaşmaya varmışlardı ve İdlib’te “çatışmasızlık gözlem noktaları” kurulmasını öngören anlaşma, İdlib’deki cihatçı savaşçı gücün bir şekilde eritilmesini, dağıtılmasını, yani aslında HTŞ’nin ortadan kaldırılmasını hedefliyordu. Fakat daha sonra ortaya çıkacaktı ki, anlaşma, tarafları için aynı şeyi ifade etmiyordu. Türkiye’nin, silahlarını susturmayı -sonra da bırakmayı- kabul edeceği varsayılan cihatçılarla tutacağı bir bölge, İranlıların Suriye ordusuyla birlikte tutacağı bir bölge, arada da, isyandan vazgeçmeyecek ve dolayısıyla Rusya uçaklarının bombardımanı başta olmak üzere her yolla imha edilecek olanların -paramparça edilmeden önce- geçici olarak barınacağı bir bölge öngören anlaşma, HTŞ’yi alarma geçirmiş ve İdlib’te güç dengesi, bir ölçüde de bu alarmın yolaçtığı HTŞ operasyonlarıyla değişmişti.
Astana Anlaşması yapıldığında dünyanın bütün gözlemci ve gazetecileri aynı soruları sordu. Bunların başında, “Peki oradaki El Kaide uzantısı ne olacak?” sorusu geliyordu. Rusya ve İran’a göre cevap belliydi: Varolmayacak. Ankara cevap vermiyor, El Kaide uzantısı sayılan dahil bütün cihatçıların etrafını bir güvenlik bariyeriyle çeviriyordu. TSK orada HTŞ ile iyi komşuluk yapacaksa, Rusya ve Suriye için Astana Anlaşması’nın anlamı ne olabilirdi?
Gerçekte HTŞ militanları da şaşkındı: Onları bu örgütte biraraya getiren bütün ölçütlere göre kendisine karşı savaşmaları gereken bir orduyla örgüt liderleri neden işbirliği yapıyorlardı? HTŞ’nin taban tarafından tanınan bilinen yöneticileri, din âlimleri, tabanı yatıştırıcı açıklamaları ardarda sıralıyorlardı: Bu sadece “kuzeydeki ateist Kürtlere karşı” kabul edilmiş bir geçici işbirliğiydi. Türk ordusu o ateistlerle savaşacaktı, bu yüzden ona yer gösteriliyordu. Hem şu sırada Türk ordusuna karşı savaşıp çok kayıp vermek akıl kârı değildi. “Cihadın Suriye’nin İdlib bölgesindeki güncel koşulları” böyle davranmayı gerektiriyordu, vs..
HTŞ-Ankara işbirliğinin önündeki engeller bir tarafın tekinsizliği, öbür tarafın güvensizliğinden ibaret değildi. İdlib’te hakimiyet için HTŞ’nin savaştıkları, Ankara’nın daha yakın dostlarıydı. Ankara’nın dünyaya takdiminde yardımcı olduğu Ahrar el-Şam, tam da “vekil güç” denince akla gelendi. Ancak HTŞ’nin Ahrar’ı ezip dağıtmasına Ankara müdahale etmedi. İdlib’i HTŞ adına, onun denetimindeki Selamet Hükümeti yönetiyordu; Ankara ona da müdahale etmedi. Hem HTŞ ile netameli ilişkisinin yaratabileceği güçlüklere çare olarak hem de gerekli gördüğünde doğrudan buyruğuyla sevk ve idare edebileceği kuvvete sahip olabilmek için, zamanla içi boşalan, kılıftan ibaret kalan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) yerine, ileride “Suriye Millî Ordusu” diye adlandırılacak bir paralı asker kuvvetini eğitip donatmaya girişti, maaşa bağladı.
HTŞ-Ankara ilişkisi, örgütün “Türkiye Afrin’deki ÖSO’cuları getirip bize karşı savaştıracak” iddiaları ve HTŞ öndegelenlerine yönelik suikastlar, SİHA ve bombalı araç saldırıları eşliğinde sürüyordu.
EL KAİDE MERKEZİNDEN
El Kaide merkezi artık HTŞ’ye talimat verme makamında değildi. Örgüt lideri Eymen el-Zevahiri yine de konuşma yaparak İdlibli cihatçılara seslendi. Zevahiri, bölgedeki cihatçıların “çok uzun yıllar sürecek gerilla savaşına” hazırlanmalarını önerdi, zafer için mümkün tek yolun bu olduğunu vurguladı. HTŞ’nin “şu anda Türk ordusuyla savaşmamız akıllıca olmaz” kararı buna uyumluydu, fiilen bölgeye dağılıp gerilla savaşı yürütme yaklaşımını barındırıyordu.
O günlerde, müstakbel İdlib manzarası HTŞ için pek karanlık görünüyordu. Beklenen, Rusya jetleri, İran milisleri ve Suriye ordusunun örgütün kökünü kurutmaya girişmesiydi. Ankara’nın hepsinin karşısına geçip örgütün hâmiliğine soyunması beklenemezdi. Yine de 2018 Eylül’ünde Rusya İdlib’te birtakım yerleri bombalayıp, “Nusra’nın depolarını bombalıyoruz” açıklaması yaptığında, TC Dışişleri Bakanı “olmaz ki birader!” tavrı koydu.
Rusya’nın havadan, Suriye ordusu ve İranlı milis güçlerinin karadan girip İdlib’de toplaşmış silahlı cihatçıları yok etmesi yegâne ihtimal görünüyor, ancak bu çapta bir katliamın, askerî bakımdan yürütülebilse bile, uluslararası düzlemde herhangi bir zemine oturtulması, çerçeveye sığdırılması mümkün görünmüyordu. Öte yandan, “gözlem noktaları” adı altında İdlib’i çepeçevre kuşatan mevzilerinde TSK’nın binlerce askeri varken bu nasıl yapılacaktı? Yapılmadı. Ankara, ağırlıkla Kuzey Suriye’nin başka yerlerinden kendine paralı asker devşirip SMO’yu kurdu, HTŞ ile ilişkisini de tekinsiz müttefiklik statüsünde sürdürdü. İdlib’le de sınırlı olmayan TSK varlığını Suriye’den sürüp çıkarma gibi bir işe gücünün yetmeyeceğini, Şam’da iktidarı ele geçirirse Türkiye’yle karşılıklı çıkara dayalı iyi ilişkiye ihtiyacı olacağını varsayan HTŞ de durumu kendi açısından mâkûl buldu. Bugüne böyle gelindi.
Yani eli kolu, kaymakamı, elektrik hattı, daha kritiği, askerî birlikleriyle Suriye’nin içine dalmış bulunan Ankara, Şam’ın yeni yönetimi için öncelikli mesele, pek hassas bir “dosya”. Kuzeyde ülkenin -saygı gösterdiğini herkesin mütemadiyen tekrarladığı, çünkü aslında kimsenin takmadığı- “toprak bütünlüğü”nü fiilen geçersiz kılan TC otoritesi, muhtemelen kısa sürede ve kolaylıkla halledilemeyecek. Ayrıca HTŞ’nin ülkedeki Kürt varlığıyla ilişkisi Türkiye’yi yönetenleri hoşnut etmeyecek yolda ilerlerse Ankara yeni fiilî müdahalelere kalkışır mı, kalkışırsa İsrail tarafından askerî gücü paramparça edilmiş Suriye hükümeti kendini savunabilir mi? Bir başka potansiyel sorun ve pürüz kaynağı: Bir komşu devletin komutasındaki “Suriye Millî Ordusu”nu yeni Şam yönetimi ne yapacak? Bu “ordu”, epeyce güçlü ve tamamen açıktaki bir Beşinci Kol gibi orada öyle kalacak mı? Bizdeki iktidar propaganda aygıtının talimatla şekillendirilen içerikleri, iktidar katında birilerinin komşu Suriye’yi buradan idare edilecek bir uydu devlet gibi görme eğilimini ortaya koyuyor. “Teröristler” bahanesinin komşu ülkenin yaşamına müdahale konusunda bahaneler üretmeye elverişliliği ortada. Buna muhtemelen “imar ve ihya” faaliyetleri aracılığıyla açılacak yeni etki kanalları eklenecek. Sınır kapıları, yanmış yıkılmış, askerî kapasitesini yitirmiş ülke için soluk boruları olmayı sürdürecek, bunlar da Ankara’nın elindeki güçlü kozlar.
Bunlara karşılık, Suriye’nin yeni yönetiminin, cihatçıların ağır basmasıyla tutacağı bir tür ‘Taliban-Light’ yolu veya merkezî yönetimin Kürt varlığıyla sorununun tatmin edici çözüme kavuşturulamayıp yeni çatışmalara zemin hazırlaması veya “Millî Ordu”nun Ankara’ya güvenerek kalkışabileceği türlü işgüzarlıklar ve bunların bastırılmasının yaratacağı sarsıntılar… hâlâ hatırı sayılır Suriyeli nüfus barındıracak Türkiye’yi doğrudan doğruya etkileyecek.
Fetih havaları estirip insanları akıl yolundan saptırma gayretlerinden ve birilerinin iktidarı sürsün diye yeni kanlı maceralar içerisinde hakkın, hukukun, adaletin daha fazla delik deşik edilmesi tehlikesinden bir an önce dönülmesi dileğiyle bitireyim.