AB’yi korkutan ‘saatli bomba’

Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi, Avrupa Birliği’nde (AB) yeni endişelere neden oldu. Görünürdeki kaygı, BM ve ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ’nin iktidara gelmiş olması ve Afganistan’daki Taliban gibi bir rejim dayatabileceği ihtimali. Ancak bu, AB’nin gerçek korkularını tam anlamıyla yansıtmıyor. Asıl endişe, bölücü terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD/YPG’nin kontrol ettiği hapishanelerde tutulan yüzlerce AB vatandaşı DAEŞ’li teröristin akıbeti. Bu teröristlerin eşleri ve çocukları da aynı şekilde mülteci kamplarında tutuluyor ve büyüyen bu çocuklar, AB ülkelerine karşı nefretle doluyor. Çoğu AB ülkesi de bu vatandaşlarını geri almak istemiyor; bu kişilerin topluma yeniden kazandırılmasının zor olduğunu düşünüyor haklı olarak. Fransa ve Belçika, sınırlı sayıda vatandaşını geri alsa da genel eğilim bu sorumluluktan kaçınmak yönünde. 

HTŞ liderliğindeki muhaliflerin Şam’a kadar ilerlemesi ve ülke genelinde kontrolü ele almasıyla YPG, kendi bölgesinde izole kaldı. Esad rejiminden kurtuluş sürecinde PYD/YPG’nin aktif bir rol üstlenmemesi, Suriye halkı tarafından da not edildi. Buna rağmen, PYD/YPG elinde tuttuğu DAEŞ’li AB vatandaşlarını adeta bir koz olarak kullanarak, hem şantaj unsuru yaratıyor hem de uluslararası destek arayışı içerisine giriyor. 

Bazı AB ülkeleri HTŞ ile temas kurarken, diğerleri YPG üzerinden Suriye’de etkin olmaya çalışıyor. Özellikle Fransa, bu konuda dikkat çeken bir ülke. Ancak bu müdahaleler, Suriye’nin Esad sonrası normalleşme sürecini sekteye uğratabilir. Oysa Suriye halkı, dış müdahaleler olmaksızın kendi kaderini tayin edecek kapasiteye sahip görünüyor. 

Sonuç olarak, terör örgütü PYD/YPG’nin kontrol ettiği bölgelerde tutulan AB vatandaşı DAEŞ’li teröristler, AB için adeta bir ‘saatli bomba’ haline gelmiş durumda. Terör örgütü bu kozu gerektiğinde kullanmaktan çekinmeyecektir maalesef. Bu sorun, yalnızca Suriye’nin geleceğini değil, Avrupa’nın güvenliğini de tehdit eden bir krize dönüşebilir. 

Belçika’da ‘Bonjour skandalı’

Belçika’da siyasi skandalların ne zaman ve nereden patlak vereceği gerçekten kestirilemiyor. Geçtiğimiz hafta eski dışişleri bakanı Didier Reynders, loto biletleri üzerinden 800 bin Euro’dan fazla parayı akladığı iddialarıyla gündemi sarsmışken, bu hafta Belçika Parlamentosunda tartışılan konu oldukça farklı bir yerden geldi: Bir tren kontrolörünün yolcuları “Goeie Morgen/Bonjour” diyerek selamlaması. 

Olay, Flaman bölgesindeki Vilvoorde istasyonunda yaşandı. Bir yolcu, Belçika Demiryolları İşletmesi’ne şikayette bulunarak, sadece Flamanca konuşulması gereken bir bölgede kontrolörün iki dilde selamlamasının dil yönetmeliklerine aykırı olduğunu iddia etti. Teknik olarak bu doğruydu; Flaman bölgesinde trenlerde yapılan anonsların yalnızca Flamanca olması gerekiyor. Ancak Vilvoorde, Fransızca ve Flamanca’nın kesiştiği dil sınırında yer alıyor ve bu tür bir şikayet oldukça ilginç görünüyor. Bu şikayet, mecliste bir soru önergesiyle tartışmaya açıldı. Konu hızla Belçika’nın meşhur dil sorununa, Flamanlar ve Valonlar arasındaki ayrışmaya dönüştü. Kimse Belçika’nın bölünme olasılığı konusunda spekülasyon yapmasın. Bu ihtimal yok. Ancak kimliklerin seyrelmeye başladığı bir dönemde, insanlar kimliklerine daha fazla sarılarak varlıklarını ortaya koymaya çalışıyor. ‘Bonjour’ skandalı da bu kimlik hassasiyetinin bir yansıması gibi görünüyor. Aşırı sağ ve muhafazakar partilerin tepkileri ise kimlik savunusunun ölçüsünün kaçtığını gösteriyor. Sonuç olarak, Belçika’daki bu küçük dil krizi, ülkedeki derin toplumsal hassasiyetlerin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.