Kemal Can yazdı: Suriye’deki sürecin “bizimkiyle” ilgisi

Türkiye’de beklenmedik hızda ilerleyen “süreç” gündemine yeni yeni alışıyorduk. Şimdi de Suriye’de süratle ilerleyen olayları hayretle izliyoruz. Birkaç hafta içinde Halep, Hama, Humus (?), Tel Rıfat, Dara, Rakka, Deyrizor gibi kritik (stratejik) kentler -üstelik çok sert çatışmalar yaşanmadan- el değiştirdi. Sırasıyla IŞİD, El Kaide, El Nusra’nın mirasçısı olan HTŞ, Şam’a doğru ve belki de ismini tekrar değiştirmeye doğru yürüyor. Birkaç senedir donmuş halde bekleyen kontrol alanları haritası, hem vekil (yerli) unsurlar hem arkasındaki güçler açısından tamamen yenilendi ve sürekli değişmeye devam ediyor. Şimdiye kadarki geçici dengenin devamını sağlayan “büyük” dış aktörlerin pozisyonları ve alana etkileri de büyük değişikliklere uğradı. Belki mecalleri kalmadığından, belki zamanlama gerekçeleriyle belki de öncelikleri tazelendiğinden, garanti sayılan kalkanları kullanımda değil ya da artık işe yaramıyor. Bazı aktörlerin perde arkasında kalarak, usulen sürdürdükleri “tarafsızlık” da artık lüzumsuz görülüyor. Mesela Erdoğan, Rusya, İran ve Türkiye’nin yapacağı üçlü toplantı öncesinde, “ilerlemenin sürmesi” dileğini açıklamakta sakınca görmedi. CNN, HTŞ lideriyle röportaj yaptı, Batı medyası toplu PR atağında. Senelerce iktidarın Suriye politikasının alternatifi olarak sunulan “Esad’la görüşmenin” gerekli veya mümkün olup olmayacağı artık çok tartışmalı. Böyle bir fırtınanın gelmekte olduğunu söyleyenler bile gelişmelerin hızı konusunda hayretlerini gizleyemiyor.

Kemal Can yazdı: Suriye’deki sürecin “bizimkiyle” ilgisi

Kemal Can yazdı: Suriye’deki sürecin “bizimkiyle” ilgisi

Son derece karışık ve sağlıklı bilgi almanın çok zor olduğu alandaki görünüm, muhtemel sonucu tayin etmek için iyi bir araç değil. Özellikle nihai dengenin nasıl şekilleneceği ve kimler eliyle belirleneceği konusunda fazla aceleci olmamak lazım. Haritanın sürekli değişen “güncel” sınırlarını dikkate almak çok yanıltıcı. Fazla uzun sürecek gibi görünen “alacakaranlık” evresindeki dünyada, gidişat öngörülerini, -kazananlardaki belirsizlik yüzünden- kimlerin kaybettiğini görerek yapmak daha isabetli. “Eskinin ölmeye başladığı ama yeninin henüz doğmadığı “canavarların zamanında”, bu bir zorunluluk. Herhangi bir ülkedeki seçim sonucuna, bölgesel çatışma alanlarına veya küresel dalgalara bakınca, görünen tam da bu. Belirleyici aktör olarak öne çıkanların, karşısındakilerin direnme kabiliyetine bakarak hız, yön ve menzil tespit etmesi de bu yüzden. İster iktisadi, ister siyasi, ister toplumsal güç kategorileri, yapabilirlik kabiliyetinden ziyade, karşısındakilerin veya onları durdurabilecek mekanizmaların imkanlarıyla (imkansızlıklarıyla) anlam kazanıyor. Karşısında duran olmayınca -mevcut gücün çok üzerinde- “yapabilme” sınırlarını zorlamak mümkün. Uluslararası sistemin, temsili demokrasinin veya piyasanın, denge kurumları ve kavramlarının nasıl boşa çıktığını, daha doğrusu sırlarının nasıl döküldüğünü ibretle izliyoruz. Belirsizliğin imkan, tutarsızlığın maymuncuk haline geldiği bir bataklıkta; kazanılanın güvenilmez, kaybedilenin telafisiz olduğu çok açık.  

Gelelim Suriye’de olup bitenin, bizim hızlı gündemimizle ilişkisine. En başta, Türkiye’deki süreçle, bugün Suriye’de olanların “ilginç bir rastlantıyla” örtüştüğünü iddia etmenin artık komik olacağı herhalde anlaşılmıştır. İktidarın, “gündem değiştirme” veya “at pazarlığı” için Suriye’yi birbirine katacak kabiliyette olduğunu iddia eden de çıkmaz herhalde. Bu noktaları tespit ettikten sonra, iktidarın çaresizlikten bütün düğmelere aynı anda bastığını ileri sürmek veya Bahçeli’nin meclis pazarlığında ikna edici olsun diye kendini öne attığını savunmak biraz daha zor olmalı. Başlatan Bahçeli ve mesafeli duran Erdoğan’ın kesinlikle “kaybeden” veya “gerileyen” olacakları varsayımı da artık daha şüpheli. (Gerçi bu memlekette, bir ihtiyacı karşılıyorsa, en acayip çıkarımlar bile haklılık iddiasını sonsuza kadar devam ettirebilir) “Devlet aklı” ve uluslararası komplo yaklaşımları da, uluslararasılaşma ile tarihsel iç dinamik unsuru arasındaki dengeyi hâlâ kurabilmiş değil. “Kazananları” güncel haritalar üzerinden tespite soyunanların çıkarımları da yine pek aceleci. Bir buçuk ay önceki “süreç izleme notları”ndan:

“Bazı şeylerin aynı kalmayacağı, sürerken ve bittiğinde, önemli etkiler yaratacak bir süreç yaşanıyor.  İç veya dış aktörler, her yolla dahil olmak için hareketlenmiş görünüyor. Ayrıca aktif aktörler ve fonksiyonları değişiyor. Pek çok aktör yeni pozisyonlar alıyor, bazıları pozisyon değiştiriyor, bir kısmı pozisyon tahkim ediyor ve boşa düşenler oluyor”

Bahçeli, sürecin fitilini ateşledikten kısa bir süre sonra, pek çok aktörü aceleye sevk etmek için “vakit tamam” videoları yayınlamıştı. “Küresel dinamikler ve bölge dengelerindeki risk ve fırsatlar; Kürt meselesinin, içerde ve dışarda stabilizasyonu; siyasi alanın yeniden tanzimi; 2015’teki gibi uzun sürecek toplumsal, siyasal ve hukuki vasatın temini; iktidar ittifakının ağırlık merkezinin netleştirilmesi için”, vakit tamamdı. Suriye’deki tablonun, Türkiye’de basılan düğmelerden çok önce ve başka yerlerde hazır edildiğini şimdi daha iyi anlıyoruz veya daha kolay anlatabiliyoruz. Dolayısıyla, Türkiye’de olup biteni, gelişigüzel biçimde düğmelere basılması olarak tarif etmek; çok sınırlı bölümünün kontrol edilebileceği bir süreci, aşırı kısa vadeli (Meclis ve Anayasa) hesapla ilişkilendirmek karşısında argüman üretmek lüzumsuz. Ancak Halep’te Türk bayrağı görerek “gecikmiş haklılık” sonucu çıkaranlarla, ilk “çözüm sürecinde” olduğu gibi büyük “fırsat” hevesine kapılanlar hala aktif. Türkiye’deki sürecin, bölgedeki gelişmelere bağlı mecburiyetlere sıkışanlarca üretildiği tezinin her iki yakası da, yüksek iddialar ileri sürüyor. Ancak kimin daha çok sıkıştığı, kimin daha mecbur olduğu, kimin elinin güçlendiği, kimin seçeneklerinin daraldığı konusunda makas iyice açılıyor. Gidişatı anlamak ve sonrasına karar vermek için acele etmeme öğüdüme uymakla birlikte, sürecin sunumundaki işaretleri hala önemsiyor ve işe yarar buluyorum.  

Bahçeli’nin hayli yüksek noktadan açtığı süreç kapısı, baştan itibaren birilerinin olumlu birilerinin olumsuz etiketlediği gibi -bildik anlamda- “çözüm” ya da “açılım” perspektifi içermiyordu. Bu yüzden, peşinden gelen kayyım hamleleri, aslında amaca ters tutarsızlık içermiyordu. İster sıkıştığı için olsun ister fırsat gördüğü için; iktidarın -farklı yöntem ve hızlarla ama bütün kanatlarıyla- önerdiği, meseleyi bir sorun olarak konuşmak değil, stabilizasyonu herkesin kabul edeceği bir zeminde yenilemekti. Üstelik bu, yanlıştan dönme veya yüzleşme şeklinde tarif edilmiyor, “kadim ilişki” dinamiklerinin ihyası önerisiyle,  karşı tarafa bir “exit plan” gibi sunuluyordu. Bu noktada, Hakan Fidan’ın “Kürtler ev ödevlerini biliyorlar” açıklaması çok izah edici.  Kimileri “batı” tazyiki ile mecbur bırakılan Erdoğan resmine ikna oluyor, kimileri Kürtleri yanına alıp İran’a efelenen Türkiye hikayesine inanıyor. Kimileri kaçınılmaz olana intibak etmekten bahsediyor, kimileri hala siyasetin gereklerinden. Fakat hadisenin sunumu, dili, havası ve çizilen çerçevenin sınırları, karşılıklı adımların atıldığı bir ikna sürecini ve güven artırıcı güzergahı andırmıyordu, hala öyle bir görüntü yok ve Suriye’de olan bitenle de uyumlu. Bir tarafta PYD Suriye’nin doğusunda alan genişletiyor, diğer tarafta SMO tarafından Fırat’ın batısında baskı artırılıyor. Bir taraftan yerleşikleşme, diğer taraftan (batı, kuzey ve doğu) kuşatma. İçeriyle dışarıyı bağlayan ev ödevi ise İmralı’daki masada.

Alacakaranlık kuşağı canavarlarının cirit attığı bir alandan -hangi geçici sonuç çıkarsa çıksın- bir rahatlama, gevşeme ya da normalleşme üremesi çok zor. Zaten kimsenin böyle bir önceliği veya vaadi yok ve aslında hiç olmadı. Türkiye’deki sürecin Suriye gelişmeleriyle ilgisi bugün ortaya çıkmadı, yakın bir zamanda da bitmeyecek. Bu dış dinamikten içeriye taşınacaklar ise Türkiye’nin sorunları ve özellikle muhalefet beklentileri açısından umut verici olmayabilir. Süreç başladığında, “birinci parti değişti, iktidar da çaresiz ama ya Kürtler buna kanarsa?” endişesinden ötesini göremeyenler için daha kötü işaretler var. Öncelikle iktidar, 31 Mart’tan sonra bir daha hiç geri alamayacağına inanılan gündem inisiyatifini geri almakla kalmadı, bir süre geri vermeyecek kadar güçlü hale getirdi. İktidarın zayıf karnı olarak düşünülen Kürt meselesi, göçmen sorunu gibi başlıklar, -en azından bir süre idare edecek- başka bir bağlama oturtuldu. Bahçeli’nin “oransız” çıkışının “milliyetçi muhalefeti” sıçratacağı iddiasının nefesi çabuk tükendi. Senelerdir iktidarın ömrünü uzatan ama tıkanmış “Beka davası” stratejisi, bölgesel etkinlik ve gelecek perspektifli bir takviye imkanına kavuştu. Kürt hareketinin karar vericileri, -ister sıkışma ister kazanımları kalıcılaştırma motivasyonuyla olsun- bir süre süreci “takip” zorunda. Türkiye, bölge denkleminde edindiği rol sayesinde, sorun çıkarmadıkça güç kullanan kimseye “öte git” demeyecek “Trump dünyasına” şimdi çok daha hazır.