Halep’in muhaliflerin eline geçmesiyle birlikte sadece Esad rejiminde değil bütün dünyada şaşkınlık yaşandı. Evet, hala ülkesinde bütün kontrolü sağlamış değildi ama Rusya, İran/Hizbulah desteğiyle savaşı kazanmış görünüyordu. Avantajı ele geçirmişti ve malum, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarlı talepleri ve Rusya’nın baskısına rağmen Esad, Türkiye ile masaya oturmaya bile “tenezzül” etmiyordu. Görüntüsü böyle olan bir rejimin, sadece birkaç gün içinde şehirlerini art arda HTŞ’ye hatta PYD/YPG’ye kaybetmesi nasıl mümkün oldu?
Soru önemli çünkü Suriye ile yakından ilgilenen Türkiye’de bile Esad’ın gücü veya güçsüzlüğü konusunda Halep operasyonu öncesine kadar tek bir yorum çıkmadı. Gelece Partisi Lideri, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda birçok konuda ilginç şeyler söyledi. Birisi de bu soruyla ilgiliydi. Şöyle diyor:
“Türkiye Esad’la görüşmek istediği zaman birşeyi hatırlatmıştım. Çıkarlarımız gerektiriyorsa Esad’la görüşülebilir ama bilin ki Esad ülkenin ancak yüzde 20-30’unda kontrol sahibi, diğer yerlerde fiili durumlar var ve bu fiili durumlar patladığı zaman Esad’ın ayakta kalması çok zor… Esad’ın Halep’teki kontrolü de zaten yüzeysel bir kontroldü. Türkiye’nin Suriye politikasındaki en olumsuz yönde kırılma 2016 Kasım’ında Türkiye’nin Rusya ve İran’la anlaşmak suretiyle kendisine müzahir güçlerin Halep’i terk etmesiyle yaşandı. Halep terk edildikten sonra yüzbinlerce insan İdlib’de birikti ve bunların çoğu Türkiye’ye geçti. Türkiye’deki mülteci sorununu sayısal anlamda artıran da bu oldu.”
2016 Kasım ayında kurulan zoraki statüko 8 yıl sürdü. Şimdi ne oldu da ibre tersine döndü peki? Davutoğlu anlatıyor:
“Halep’i Rusya’nın gönderdiği milislerle, İran’ın Afganistan’dan getirdiği bazı Hazaralar’dan da oluşan ve Irak’tan getirdiği Şii milisler kontrol ediyordu. Şimdi zamanla bir taraftan Rusya’nın Ukrayna’daki aşırı meşguliyeti, diğer taraftan İran’ın Lübnan’da ateşkesle birlikte önemli bir diplomatik yara alması ve tabiri caizse kendi derdine düşmesiyle Halep’te o yüzeysel fiili durum ortadan kalktı. Ve, kof bir ağaç gibi dokunulduğunda yıkılacak durumda olan Suriye rejiminin Halep’teki kontrolü bir anda çöktü… Üstelik muhalifler için öyle bir alan açıldı ki, hızla ilerleme kaydedildi.”
Bu noktada gayet tabii yeni bir soru akla geliyor. Yeni dönemde; yani bundan sonra neler olacak? Davutoğlu’na göre, Suriye’deki bütün unsurların içinde bulunduğu katılımcı bir hükümet şart. Türkiye’nin de akıllı diplomasiyle sürecin içinde bulunması gerekiyor.
“Bir geçiş hükümeti gerekiyor ki bunun uluslararası hukuki zemini BM’nin 18 Aralık 2015’te -o zaman Başbakandım- 2254 sayılı kararıyla oluştu. Benim gördüğüm Rusya buna gelecektir bu sefer. Geçmişte buna gelmiyordu, çünkü Beşar Esad böyle bir geçiş hükümeti kurmayı kendisinin sonu olarak görüyordu. Ama şu anda zaten Beşar Esad’ın fiilin kontrol alanı o kadar daraldı ki, bunu kabul etmek zorunda. Bir geçiş hükümeti kurulup muhalif unsurlar, Suriyeli Kürtlerin ılımlı unsurları, Suriyeli Türkmenler, Suriyeli Sünni ve Nusayri Arapların içinde bulunduğu bir yapı oluşursa, bu hem Türkiye’nin sınır boylarını güven altına alır, hem de Suriye’nin toprak bütünlüğü korunur. Ayrıca, bizim hep istediğimiz ve Esad kendi halkına karşı savaşana kadar da çok iyi uyguladığımız Türkiye’yle Suriye arasındaki tam entegrasyona kadar gidecek bir süreç başlar. Ben durumu yeni bir dönem ve akıllı bir diplomasiyle yönetilecek bir dönem olarak görüyorum.”
Bir önemli nokta da şu. Bugün kolaylıkla olan şey 2012/13’te neden olmadı? Yani Esad bu kadar güçsüz olmasına rağmen neden daha önce mağlup edilemedi? Davutoğlu’na göre adres ABD ve Rusya.
“2012 yılında Amerika İsrail’in de çıkarlarını gözeterek çok zor durumda olan Esad’ın yerine halkıyla barışık bir Suriye oluşmasındansa zayıf bir Esad’la kırılgan bir Suriye’yi tercih ettiler. Ve 2012 yılından itibaren gerek Amerika gerek Rusya, Suriye rejimini suni şekilde yaşatmayı tercih etti. Rusya fiili destek vererek, Amerika ise kimyasal silah kullanmasına rağmen Esad’ı cezalandırmayarak ona hayat alanı açtı. Dolayısıyla, bizim hesap hatamız veya bir değerlendirme hatasından daha çok, aslında fiilen halk desteğini kaybetmiş bir rejimin suni bir şekilde yaşatılması söz konusu oldu.”