Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ve Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Millî Eğitim Bakanlığı’nın, 17 yıl önce verilmiş bir Anayasa Mahkemesi kararını hatırlayıp, uygulamak istemesi “kötülüğün sıradanlaşması” olarak tanımlanan bir durumun, devlet kademesinde vücut bulması anlamına geliyor.
Erdoğan rejiminde, bu ülkenin bir Anayasa olmadan da yönetilmek istenmesinin nasıl sonuçlar doğurabileceğini neredeyse her gün yaşıyoruz.
Anayasa Mahkemesi kararına rağmen bir milletvekili hâlâ hapiste tutulabiliyor.
Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi “rejim esirleri”, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına rağmen hapishanedeler.
Ama rejimin iki bakanlığı, 2007’de verilmiş bir Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmasını istiyorlar.
İstedikleri şey, belediyelerin açtığı “kreşlerin” kapatılması.
Sonra ağız değiştirip, olanca yüzsüzlükleriyle “kreş değil, anaokulları kapansın” da diyorlar ama yazı bir kere yazılmış, altına imza basılmış.
“Madem belediyeler CHP’nin elinde ve mademki bunlar millete hizmet ediyorlar, o halde ne yapıp edelim, hizmeti engelleyelim” diye düşünüyorlar.
Bu eski AYM kararını hatırlayıp, imza için Bakan yardımcısının ve Bakan’ın önüne getiren memura da bu nedenle ikramiye verdiler mi, bilemiyorum.
Yaptıkları şey objektif olarak kötülük yapmak tanımına giriyor.
Dar gelirli ailelerin çocuklarını ortada bırakmak, çalışan anneleri çaresiz bırakmak ve bu yolla CHP’li belediyeyi cezalandırmak, başka türlü tanımlanamaz zaten.
Benzeri bir kötülüğü pandemi sırasında da yaptılar; belediyelerin evlerinden çıkamayan vatandaşlara hizmet götürmesini engellemek için ellerinden geleni yaptılar.
Farkındalar mı bilmiyorum ama yerel seçim sonuçlarında bu tür kötücül tutumlarının da rolü oldu.
Öte yandan bu karar, adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen sistemin cibilliyetini de ortaya koyuyor.
Normal bir ülkede, Anaysa Mahkemesi kararına uyulması gerekir ve bu kararı verecek olan bir hükümet yetkilisi şöyle düşünürdü: “Tamam AYM bu kararı verdi, buna uymak lazım. O zaman oturup çözüm düşünelim ki bunca çocuk, bunca veli mağdur olmasın.”
Erdoğan rejiminde işler böyle yürümüyor.
Onların tek hedefi var, belediyeleri cezalandırmak.
Atıp tuttukları laflara bakarsanız milli iradeye filan çok önem veriyorlar ama aslında önem verdikleri tek şey, tek adam rejiminin devamını mümkün olan her yolla sağlayabilmek.
Siyaset Bilimci Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” isimli eserinde 2. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan büyük insanlık dramının altında muhakeme yeteneğini ve vicdanını kaybetmiş “küçük adamın” oynadığı rolü tahlil ediyordu.
Arendt, bu kitabı soykırım suçlusu NAZİ Adolf Eichmann’ın, İsrail’deki yargılanması sırasındaki gözlemleriyle yazmıştı.
Günümüz Türkiye’sinde bu kitabın çağdaş versiyonlarını yazabilmek için her gün yeni bir şeye tanık oluyoruz.
Dışardan bakıldığında ailesini seven düzgün bir insan gibi görünen bir bürokratın, rakip partili diye belediyelerin kreşlerini kapatarak çocukları ortada bırakmaya hevesli olması mesela.
Seçimi kaybetmiş bir kifayetsiz muhterisin, bakanlık yetkilerine sahip olunca ali kıran baş kesene dönüşmesi gibi.
Genç bir kadın teğmene nasıl tecavüz edeceğini anlatan ve onun anlattıklarını ifade özgürlüğü zanneden savcılar gibi tipler de bunlardan.
Kötülük sıradanlaştığı zaman böyle oluyor işte.
* * *
Sosyolojiden tamamen kopmuş
Bugün memlekette kendi halinde dinini yaşamak isteyen insanlar ile Erdoğan’ın “dinsiz” gibi gördüğü laiklerin bir alıp veremedikleri yok. Milyarlık servetlerin paylaşılamadığı, doğa üstü güçler vehmedilmiş şeyhlerin havalarda uçtuğu bir düzeni eleştirmeyi, İslamofobi ile karıştırıyor
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir kez daha en iyi bildiği siyaset tarzına döndü.
Bu kez hedefinde bir televizyon dizisi var. Çünkü dizide bir tarikat kötü gösterilmiş!
Bir yandan RTÜK’ü göreve çağırıyor; bunu yasakla, ceza kes, gerekirse kanalı kapat ki bir daha kimse buna kalkışmasın demek.
Bu yolla da tarikatlara selam çakıyor; ben olmazsam haliniz bitik diye.
Zannediyor ki tarikatlar üzerinden yeni bir laik – dinci çatışması yaratırım, giderek erimekte olan oy tabanımı muhafaza edebilirim.
Türkiye sosyolojisinden hayli koptuğunun farkında değil.
Bugün memlekette kendi halinde dinini yaşamak isteyen insanlar ile Erdoğan’ın “dinsiz” gibi gördüğü laiklerin bir alıp veremedikleri yok.
O dinsiz zannediyor ama kendisini laik diye tanımlayanların ezici çoğunluğu da kendilerini “Müslüman” olarak tanımlıyorlar.
Bu memleket, bir Fetullahçı felaketi yaşadı. Kendisi de paçayı zor kurtardı ama hala başka tarikatların aynı yolda yürümekte olduğunu bile algılayamıyor.
Milyarlık servetlerin paylaşılamadığı, doğa üstü güçler vehmedilmiş şeyhlerin havalarda uçtuğu bir düzeni eleştirmeyi, İslamofobi ile karıştırıyor.
Farkında değil ama İslam dinine en büyük zararı bu tarikatlar veriyor.
Bir düşünsün bakalım, ecdadımız neden herhangi bir tarikatın devlet içinde, dikey bir hiyerarşi içinde örgütlenmesine izin vermemiş?
Hatırlasın; tarikat bağlarıyla devlette yükselen kişilerin asıl sadakati kimedir? Fetullahçı çeteyi bu ülkenin başına bela etmesinin nedeni bu değil miydi?
Zahmet olacak belki ama bir araştırsın bakalım, Selçuklu ve Osmanlı’daki tarikatlar, neden bugünkü tarikatlar kadar zengin değillerdi?