Yargının itibarı nasıl korunur?

Adına her ne kadar Dezenformasyon Yasası deseler de gerçek adı “Erdoğan Rejiminin Sansür Yasası” olması lazım gelen kanun bu kez Nasuh Mahruki’nin başına patladı.

“Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymanın” yanı sıra “yargı organlarını alenen aşağılama” ile de suçlanıyor.

Mahruki’nin YSK Başkanı’nın “elektronik oylama” ile ilgili açıklamalarının bu suçlara uyup uymadığına mahkeme karar verecek.

Nasuh Mahruki

Ancak kaçma şüphesi bulunmayan, suçlandığı konuyla ilgili delilleri (sosyal medyada yazdığı mesajlar) karartma imkânına sahip olmayan bir kişinin, bazı sözleri nedeniyle tutuklanmış olmasına bakarak, yargının itibarı konusunu tartışabiliriz.

Taksirle ölüme sebebiyet vermekle suçlananların bile iktidara yakınlık durumlarına göre tutuksuz yargılanabildiğini unutmayalım.

Kızılay Başkanı’nın kızı, bırakın tutuklanmayı, ikamet zorunluluğuna bile tabi tutulmadı, yargılanması basına ve halka kapalı yürütülüyor. (Niye? CMK’ya göre yargılamanın “herkese açık yapılması” esas değil mi? Bu yargılamanın kapalı yürütülmesinin genel ahlak ve kamu güvenliği ile ne alakası var?)

Yargı organlarının itibarını korumak, öncelikle yargı kurumlarının görevidir, yargı mensuplarının işidir.

Türkiye’de yargılamalardaki keyfiliklere ve siyasi etkiye açık olmasına bakınca yargının kendi üzerine düşen bu görevi yerine getirdiğini söylemek zor.

Uluslararası Demokrasi ve Seçim Yardımı Enstitüsü’nün “Demokrasinin Küresel Durumu – 2023” raporuna göre Türkiye, 173 ülke içinde hukukun üstünlüğü alanında 148. sırada yer alıyor.

World Justice Project’in 2023 yılı sonuçlarına göre Türkiye, hukukun üstünlüğü alanında 142 ülke arasında 117. sırada.

Bu tabloda siyasetin olduğu kadar yargı kurumlarının da rolü yok mudur?

Mahruki’yi tutuklayan Sulh Ceza Hâkimliği, TCK 217. maddeyi işaret ediyor.

Buna göre “sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”

Yani bu suçun “yatarı yok”!

Yargı organlarını alenen aşağılamanın cezası 6 aydan 2 yıla kadar hapis. Yani bu suçun da yatarı yok.

Ve aynı kanun, “eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” da demiyor mu?

Suçlu bulunsa bile hapis yatmayacak bir kişiyi tutuklamak, amacı ‘tedbir’ olan tutuklama kurumunu, cezalandırma amacıyla kullanmak değil midir?

Tekrar söyleyeyim: Yargı organlarının itibarını korumak, öncelikle yargı organlarının görevidir.

Bu görevlerini layıkıyla yerine getirdiklerine bu ülkede kaç kişi inanıyor acaba, merak ediyorum.

* * *

Hakaretle çok iyi bir yere varanlar da var!

‘Hakaret siyasetiyle bir yere varılamayacağı’ sözlerini okuyunca Adalet Bakanı Tunç’un özgeçmişine baktım, yakın siyasi tarihimizi bilmiyor olmasının nedeni, o sırada Türkiye’de yaşamıyor olması mıdır, diye düşünerek. Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş ve Devlet Bahçeli’nin Erdoğan hakkında sarf ettikleri sözleri bir gazeteci yazsa, her bayramda cezaevine ziyaretine gidiyor olurduk

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ve eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkındaki siyasi yasak davası hakkında konuştu.

Bakan Bey, “Cumhurbaşkanımıza yönelik ağza alınmayacak ifadelerden dolayı bir soruşturma açılmıştır” diyor ve ekliyor:

“Demek ki hakaret siyasetiyle bir yere varılamayacağının en güzel örneği eski CHP Genel Başkanı! Milletimiz karalama siyasetine hayır diyor.”

Bakan Bey kendini tutamıyor ve devam ediyor:

“Bugün siyaset yapanlar özellikle geçmişte bu kötü örnekleri kendilerine örnek alır, aynı siyasete devam ederlerse, onların sonu da eski genel başkan gibi olur. Siyasetçilerimiz için bir ibret vesikasıdır.”

Yılmaz Tunç Bey’in özgeçmişine baktım, acaba yakın siyasi tarihimizi bilmiyor olmasının nedeni, o sıralarda Türkiye’de yaşamıyor olması mıdır diye düşünerek.

Hayır, Türkiye’deymiş.

O vakit niye böyle konuştu; buna bir anlam veremedim.

Çünkü Süleyman Soylu’yu, Numan Kurtulmuş’u ve onlardan daha da önemli bir politikacı olan Devlet Bahçeli’yi tanıyor olmalıydı.

Bu üçlünün Erdoğan hakkında sarf ettikleri sözleri bir gazeteci köşesinde yazsa, her bayramda cezaevine ziyaretine gidiyor olurduk.

Böyle bir tehlike nedeniyle bu üçlünün Erdoğan hakkındaki sözlerini burada tekrarlamayacağım zaten o sözlere katılmıyorum da.

Adalet Bakanı, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayıyor”, ben uyarmış olayım.

“Hakaret siyasetiyle bir yerlere varanlar” ziyadesiyle mevcut; TBMM Başkanı, Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı ve iktidar ortağı bile olabiliyorlar!

* * *

Menderes yıktırdı, İmamoğlu yaptırıyor

Milli Eğitim Bakanı’nın “Tek parti döneminde camileri ahır yaptılar” palavrasını bir kez daha gündeme getirdiği günlerde Menderes’in yıktırdığı camiyi yeniden inşa etmek CHP’li İmamoğlu’na nasip oluyor! Erdoğan’a “Bir emir versin; hangi camiler, ne gerekçeyle ve hangi tarihte yıkıldılar ya da amaçları dışında kullanıldılar, bir envanter çıkarttırsın” çağrısı yapmamın üzerinden altı yıl ve iki hafta geçti, tık çıkmadı. Niye?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, 1957 yılında (Adnan Menderes’in Başbakanlığı döneminde) yol genişletme çalışmaları sırasında yıktırılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii’nin aslına uygun olarak yeniden inşa edileceğini açıkladı.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii

Bu cami Karaköy’de bulunuyordu, son derece ilginç bir mimarisi vardı.

İmamoğlu’nun açıklamasına göre caminin altında da bir kütüphane açılacak.

Milli Eğitim Bakanı’nın “Tek parti döneminde camileri ahır yaptılar” palavrasını bir kez daha gündeme getirdiği günlerde bu açıklama, siyasi açıdan da ilginç.

Böylece Adnan Menderes’in yıktırdığı camiyi yeniden inşa etmek CHP’li Ekrem İmamoğlu’na nasip oluyor!

Bu haber ve Milli Eğitim Bakanı’nın palavrası eski bir haberi hatırlamama neden oldu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 3 Kasım 2018 günü Türkiye Gençlik Zirvesi isimli toplantının açılışında yaptığı konuşmada şöyle demişti:

“Sadece şu Fatih Suriçi’nde yüzlerce mescidi bunlar kapatarak ahır hâline getirmişlerdir. Malatya’da, Antep’te, Konya’da bunu yaptılar.”

Ben de 5 Kasım 2018 günü T24’te yayımlanan yazımda Cumhurbaşkanı’nı iddiasını ispata davet etmiştim.

Önce o yazıdan bir bölüm aktarayım:

“Fatih’te 169 caminin şu ya da bu nedenle yıkılarak yok edildiğini biliyoruz.

Bunların 69’u yol ve meydan yapmak için yıkılan cami ve mescitler.

50’si deprem, yangın gibi afetlerle yok olmuş durumda.

Geri kalanlar ise ilgisizlik, bakımsızlık, açgözlülük nedeniyle yıkılmış, çoğunun yerinde şimdi apartmanlar ve işyerleri var.

Adnan Menderes’in Başbakan olduğu, yani CHP’nin değil Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu dönemde yol yapmak, meydan açmak için yıkılan cami sayısı 57.

Yani imar faaliyetleri nedeniyle yıkılan 69 caminin 57’sini DP iktidarı yıkmış.

Bunların arasında 1465 tarihinde inşa edilmiş olan tarihi Murat Paşa Camii’nin bir bölümü, Pertevniyal Lisesi yakınlarında bulunan Tarihi Oruç Gazi Camii, Yenikapı yakınlarında 1479 tarihli Çakır Ağa Camii, Aksaray’da Vatan Caddesi’nin başlangıcındaki Fatih döneminden kalma Camcılar Camii ve çeşmeleri bu tür tarihi eserlerin bazıları.

Buna karşın Fatih’te yüzlerce caminin ahıra çevrildiğini hiç duymamıştım.

Eğer öyleyse, İstanbul ve çevresinin et – süt ihtiyacını uzun süre Fatih semti karşılamış olmalı ki böyle bir şey de hiç olmadı.

İşin aslı şu: İstanbul’un başka bazı tarihi binalarıyla bazı cami ve mescitleri yerel yönetimlerin aldırmazlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün ilgisizliği ve kötü şehircilik faaliyetleri ve rant hırsı nedeniyle yok oldu.

Cumhurbaşkanı, farklı bir gerçeklik algısı yaratmaya çalışarak bundan siyasi bir çıkar elde etmeye çalışıyor. Hâlâ işe yarıyor mu, o kadar saf insan memlekette kaldı mı, bilmiyorum.

Bildiğim şudur: Artık ülkeyi yöneten tek yetkili olduğuna göre bir emir versin.

İstanbul’da ve başka kentlerde hangi camiler, ne gerekçeyle ve hangi tarihte yıkıldılar ya da amaçları dışında kullanıldılar, bir envanter çıkarttırsın.

Hepimiz öğrenelim de artık bu ‘camileri ahıra çevirdiler’ palavrasını dinlemekten, konuşmaktan kurtulalım.”

Bu yazının yayınlandığı günden bugüne geçen süre altı yıl ve iki hafta!

Türkiye’de her türlü bilgiye ulaşma olanağına sahip tek insandan o günden beri bu konuda “tık” çıkmadı.

Niye?

Yoksa bu konuda da kandırıldığını gördü ama millet bunun farkına varmasın diye mi düşünüyor?