Gerçek üstü anlardan geçiyoruz. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan’ı İmralı’dan TBMM’ye götürüp PKK’yi lağvedecek konuşmayı yapmaya davet ettiğinden beri “Devlet katında ne pişiyor” diye merak ediyoruz. Bu çağrı, seçim öncesi İmralı’dan mektup çıkartıp Kürtleri etkileme hamlesine özdeş bir şey değil. Kuşkusuz MHP’nin sistem üzerindeki vesayetini sürdürecek şekilde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı bir dönem daha sarayda tutmak ve anayasayı buna göre biçmek için ‘terör’ kartını tersinden de kullanabilirler. Çıkarın büyüklüğü, cüretin derinliğini de belirliyor. Ertesi günü Ankara’da TUSAŞ’a düzenlenen saldırının da görünür faili kim olursa olsun iç cepheyi tahkim etmeye yarayacağı kesin. Açılımda devlet ciddiyse sabote edilmesine izin vermez. Kandil’den gelen ilk mesaj kategorik bir reddiye içermezken bu saldırının olması da manidar.
İcranın başındaki isim değil de Bahçeli’nin konuşması sebepsiz değil. Devletteki rota değişikliğinde Bahçeli öne çıkıyor. Dün AB yolunun açılması için idam cezasının kaldırılmasına onay vererek ters köşe yaptığı gibi bugün de Öcalan asılsın diye meydana attığı urganı ofisine asma noktasına geliyor. İkna edilmesi gereken kitleler ya da süreci sabote edebilecek sistem içi aktörler üzerinde ancak Bahçeli gibi birinin sesi etkili olabilir. Linç korosuna zıt istikamette yeni bir nakaratı ondan daha iyi kim verebilir? İç cepheyi güçlendirme motivasyonu çok öne çekiyor. Bununla birlikte Kürt meselesini çevreleyen dış cephe hiç de önemsiz değil.
***
Bahçeli’nin devletin farklı birimleri arasındaki değerlendirmeden bağımsız bu tür bir çıkışı yapması imkânsız. Devamı nasıl getirilecek, açılıma dönüşecek mi, bunu anlamlı kılacak siyasal ve yasal adımlar atılacak mı? Suların köpürmesi dışında ortada henüz güven veren bir şey yok. Şimdilik bu değişimin nedenlerini tartışabiliriz. Devlet katında makas değişikliği varsa buna iten faktörler nelerdir? Kanaatimce bölgesel gelişmeler, iç siyasi mülahazalardan daha önemsiz değil.
Suriye’nin kuzeyinde “terör koridoru” adını verdikleri özerk yönetimi dağıtmak için şimdiye kadar üç askeri harekât düzenlendi. Sonra hedef büyütüldü; Suriye’den Irak’a tüm sınır boyunca 30 km derinliğinde bir ‘güvenli bölge’ oluşturma kararı alındı. Cumhur İttifakı’na göre bu devlet, iktidar, muhalefet ve toplumun yekpare olmasını gerektiren bir beka meselesiydi. Siyasal ve toplumsal koşullandırmanın ‘köpürtülmüş’ gerekçeleri orada hala duruyor. Sonunda ABD, Fırat’ın doğusunda olduğu sürece yıpratıcı bir patinajdan çıkılamayacağı anlaşıldı. "Bari Suriye ile ilişkileri normalleştirilelim de hem sığınmacı baskısından kurtulalım hem de fiili özerk yapıyı Şam’la birlikte dağıtalım" denildi. Muhalif gruplara kalkan olan Türk askerlerini çekmeden Şam’la normalleşmenin de karşılık bulmayacağı görüldü.
Erdoğan’ın açmazları normalleşme girişiminde de kendi ayaklarına dolaşıyor. Bir kere ABD’nin çizdiği sınırları aşamıyor. Birincisi Washington, Türkiye’nin Suriye’deki oyundan çekilmesini istemiyor. Yani diyor ki askerlerini Fırat’ın batısında tut; İdlib, Lazkiye ve Halep kırsalında Suriye ordusunun önünde bariyer kur; Rusya-İran-Suriye'nin kazanmasına izin verme; ben Suriye’de işimi bitirinceye kadar sen Şam’la el sıkışma; Suriye Demokratik Güçleri’ni hedef almayı bırak!
İkincisi Ankara hem beslediği silahlı gruplarla Amerikan-İsrail çıkarlarına hizmet ediyor hem de SDG nedeniyle Washington’la karşı karşıya geliyor.
Burada bir açmaz var. Şam’la normalleşme girişimi de bu çelişkide bir yarık oluşturma hamlesiydi.
Ankara “ABD günün birinde çekilirse” diye de ihtimal senaryolarına hazır olma gereği duyuyor. ABD giderse sahadaki Kürt realitesine ne yanıt verilecek? Kabul ederek mi bastırarak mı? Yanıt ne olursa olsun evin içindeki Kürtlerden emin olmaları gerekiyor. Ve iki senaryoyu da Şam’la barışmış bir şekilde karşılamak istiyor. Yeri gelmişken çekilme meselesi Irak ile ABD arasındaki stratejik güvenlik anlaşmasına paralel olarak arttı. Reuters'a göre anlaşma uyarınca Amerikan güçlerinin bir kısmı Eylül 2025'e kadar, geri kalanlar ise 2026 sonuna kadar Irak'tan ayrılacak. Eylül 2025'e kadar tamamen boşaltılması öngörülen üs, Suriye’deki operasyonlar için de önem arz eden Anbar vilayetinin batısındaki Ayn el Esad. Gerçi Amerikalılar Erbil’deki üsse ağırlık vereceklerini ve Suriye’de kalacaklarını söylüyor. Fakat Irak’taki askeri varlığın azaltılması Suriye’deki askerleri tutmayı zorlaştırabilir. Bir de 5 Kasım seçimlerinde Donald Trump dönerse yine öngörülemeyen kararlar verebilir. Yine de İsrail eliyle yürüttüğü savaşlar ve İran’la hesaplaşma planları dikkate alındığında ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesi hepten faraziye. Hegemonya savaşında Rusya ve Çin’i çevreleme stratejisi ilginin ağırlık noktasını değiştirse de Orta Doğu hasım güçler arasında kesişme noktası olmaya devam ediyor.
Türkiye’nin konuşulmaya değer yeni bir rotası varsa burada bakılması gereken nokta Orta Doğu’da taşları yerinden zıplatan yeni gelişmelerdir. Belli ki Gazze’deki ateşin Lübnan’ı içine alıp Suriye’ye sıçrama ihtimali Ankara’yı tedirgin ediyor.
Bir kere İsrail’in çatışmaları sıçratma kararlılığı Erdoğan’ın Şam’la normalleşme arzusunu yeniden depreştirdi. Halbuki Moskova’daki dörtlü masa, Mayıs 2023’teki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra toz tutmaya başlamıştı. Yine de özerk bölgeyi Suriye ile birlikte dağıtmayı içeren bir yaklaşımla Şam’ın kilidi açılamadı. Çünkü Türk askerinin çekilmesi ve silahlı gruplara desteğin kesilmesi koşullarına yanaşmıyor. Niye yanaşmıyor? ABD’yi aşamadığı için yanaşmıyor. Amerikan kırmızı çizgileri bir önermeyle devam ediyor: Türkiye içindeki Kürt sorununu çözsün, Suriye’deki Kürtlerle ittifak kursun! Sonuçta aynı kamptayız!
***
Açmazlar tablosunun bir de Irak tarafı var. Burada 2019’dan beri askeri operasyonlar net bir hedefe bağlandı: Askeri teknik üstünlükle PKK’nin tamamen bitirilmesi. Ama Pençe-Kilit Operasyonu’nda kilit, vaat edildiği gibi kapatılamadı. Üstelik bu operasyonlar Bağdat’la ilişkileri daha da karmaşık hale getirdi. Irak yönetimini operasyonlara dahil etme çabası da araya sokulan Kalkınma Yolu Projesi gibi teşvik edici bir anlaşmaya rağmen netice vermedi. Erdoğan’ın 12 yıl sonra gelen Bağdat çıkarmasının neden olduğu coşkunun altı boş. Ankara, PKK’nin “terör örgütü” olarak ilan edilmesini beklerken Bağdat ‘yasaklı örgüt’ kapsamına almakla yetindi. Bu önlem bir iki kurumun kapısına kilit vurmanın ötesinde sahadaki durumu etkilemiyor.
Tehditkâr politikalar Kürdistan’la ilişkileri de yönetilemez hale getirdi. PKK ve SDG’ye karşı Kürdistan Demokrat Partisi’yle (KDP) yakalanan uyum, Kürdistan Yurtseverler Birliği’nden (KYB) de bekleniyor. KYB Başkanı Bafel Talabani kulak ardı edince açıkça hedefe konuldu. Ayrıca Kerkük Valiliği’nin KYB’ye gitmesini önlemek için harekete geçildi. KDP, Irak Türkmen Cephesi ve Arap partilerle koalisyon oluşturma yoluna gidildi. Hepsi boşa düştü; Bağdat’ın müdahalesiyle valilik düğümü KYB’den yana çözüldü. Perde arkasında İran var. Bir de KYB’nin talebi ve Bağdat’ın rızasıyla KDP’ye avantaj sağlayan seçim yasası federal mahkemece değiştirildi. KDP seçimlere izin vermem diye kazan kaldırdı ama İran’ın devreye girmesiyle 10 Ekim’de sandıklar kuruldu. KYB sandalye sayısını 20’den 23’e çıkardı. Kürt meselesini askeri güçle çözme siyaseti görüldüğü üzere pek çok yerde tıkandı.
***
Bu tabloya ABD’nin İsrail eliyle Orta Doğu’da güç dengesini değiştirme planları eklenince bir panik hali oluştu. Rojava eksenli düşünen Kürtler, ABD-İsrail-Körfez eksenindeki yeni düzende kendilerini potansiyel müttefik olarak konumlandırıyor. Bu minvalde Suriye, Irak ve İran’a uzanan karşı eksenin çökertilmesi halinde büyük bir fırsat doğacağı değerlendirmesi yapılıyor.
“İsrail, Türkiye’ye saldırabilir” korkutması içeriyi dizayn etmeye yönelik bir saptırma olsa da gelişmeler Ankara’yı yeniden pozisyon almaya itiyor.
Devlet aklı sanki “Evin içini sağlama alalım ki fırtınaya yakalanmayalım” değerlendirmesiyle devreye girmiş gözüküyor. Türkiye kendi içinde Kürtlerle gerilimden kurtulursa kopacak fırtına Suriye ve İran’ın başına kalır diye mi düşünüyorlar acaba? Gerçi Suriye yeniden karıştığında Türkiye’yi savuracak asıl fırtına Türk askerinin kontrolündeki bölgelerden gelebilir. Fakat orada Erdoğan, ABD ile henüz bozmadığı uyuma bel bağlıyor olabilir.
İsrail’in tetikçiliğini yaptığı ‘yeni düzende’ asıl hedef İran. PKK sadece Suriye değil İran’daki gelişmelere göre pozisyon alıyor. Mahsa Emini gösterilerinden beri PJAK, Kandil’de aktif hale getirildi. Halbuki 2011’de İran’la bağlanan anlaşmadan beri PJAK bir anlamda sürgündeydi. PKK, Suriye’ye gönderdiği İranlı kadroları Kandil’e çekti. Ayrıca 4 yıl aradan sonra PJAK yedinci kongresini geçen nisanda gerçekleştirdi. Yeni yönetim belirlendi. Kürt kaynaklar “Kandil büyük bir şeye hazırlanıyor” derken odağın İran olabileceğine işaret ediyor.
İran geçen yıl Irak Kürdistan bölgesinde İranlı Kürt partilerin kamplarını bombalarken PJAK’a dokunmamıştı. Halbuki PJAK, İran içinde olası bir isyanda etkili olma potansiyeli taşıyor. İran ikili oyunun henüz işlevini yitirmediğini düşünüyor olabilir. İran hem kendi içindeki hassas durum hem de Irak ve Suriye’deki denklem nedeniyle seçici davranıyor. İkili oyun çift taraflı. PKK de bundan yararlanıyor. Fakat öngörülen büyük olay her ne ise gelip çattığında ikili oyunun sonu gelmiş demektir.
***
PKK, İran’da pusuya yatıp Suriye’de özerkliğin korunmasını stratejik öncelik haline getirmişken Öcalan’ın çağrısı nasıl karşılık bulur? İlk tepkiler Öcalan’ın muhatap alınmasının olumlu bulunduğu, başka türlü çözümün gelişemeyeceği, bu hakikate uygun yaklaşımın Kürt tarafında karşılık bulacağı ama siyasi sıkışmışlıktan kurtulmaya dönük manevralara ve özel savaş taktiklerine prim verilmeyeceği yönünde. Mevcut koşullarda PKK’nin kendini feshetme beklentisi gerçekçi değil. Öcalan sözünün dinlenmeyeceğini bildiği hususlarda “Arkadaşlar bir değerlendirsin” diye topu Kandil’e atıyor. Kandil de “Önderlik tutsak ve baskı altında” diyerek kendine kaçma alanı açabiliyor. Kasten belirsiz üslup Kandil-İmralı arasında bir çözümü önlüyor. Fakat Bahçeli’nin dediği gibi Öcalan’ın çağrısı meclis kürsüsünde gelirse önceden Kandil-İmralı arasında kararın olgunlaştırıldığı anlamına gelir. Yoksa bu topa ne devlet girer ne de Öcalan. Örgüt üzerinde etkisini yitirmiş ve açığa düşürülmüş bir Öcalan devletin işine yaramaz!
***
Tabii sorulması gereken çok soru var. Mesela 2013-2015 arasında İmralı’daki görüşmelerde tayin edici husus Rojava idi. Fiili özerk yapının dağıtılması devlet için hedefti. Öcalan için de Rojava’nın muhafazası esastı. Çatışmaya dönülmesi bu tür bir restleşme üzerinden gelişti. O vakte kadar Ankara, Halk Koruma Birlikleri’nin (YPG) Esad yönetimine karşı Özgür Suriye Ordusu’yla birlikte hareket etmesini istiyordu. “Önce rejimi devirelim sonra özerklik talebine yeni Suriye karar verir” deniliyordu. Yani YPG istenileni yapsaydı, Türkiye destekli bir örgüte dönüşecekti. Faraza eğer tecrit altındaki Öcalan’ı sahneye çıkarmaya olanak tanıyan bir yakınlaşma olduysa Suriye’de şimdi kim nerede duruyor? Öcalan 2013’teki kırmızı çizgilerde bir değişim olmadan silah bıraktırma noktasına mı geldi? Devletin (varsa) yeni pozisyonu özerk yapı için ne diyor? Hala çökertme planı geçerli mi? Yoksa örtülü kabul aşamasına mı gelindi? Ya da şöyle bir denklem mi kuruldu: Örgüt silah bırakırsa Ankara da özerk yapıyı Suriye’nin iç meselesi olarak görür. Ya da SDG’nin Suriye ordusuna entegre edilmesi yönünde bir çözüme göz mü yumuluyor? Yahut Suriye’de zaten ABD var, fiilen yapılabilecekler yapıldı, artık gerisini Esad düşünsün mü deniliyor? Ya da ABD nasıl olsa bir gün gidecek, o zaman Suriye de bizim yardımlarımızla bunların icabına bakar öngörüsünden mi gidiliyor? PKK, Türkiye’den uzak dursun da başka yerlerde ne yaparsa yapsın mı deniliyor? Bu pozisyon, Türkiye’nin sınırlarının ötesinde müdahil olduğu çatışmalardan çekileceği anlamına mı geliyor? Yoksa bütün bunlar ABD’nin yeni düzen önermesine uyum sağlamakla mı ilgili? Elbette ABD canı gönülden Kürt sorunundan kurtulmuş bir Türkiye’ye yeni düzende gardiyanlık rolü biçebilir. En iyi aday NATO üyesi Türkiye. İran ve Suriye’nin başını ağrıtacak şekilde yeni bir pozisyon ABD ve müttefiklerini kesinlikle memnun edecektir. Erdoğan’ın ekibi de İran ve Suriye’ye karşı intikam duygularını zaten gizlemiyor.
Tabii bu soruları sormayı haklı çıkaracak hiçbir şey olmayabilir de. Pek çok soru naifçe gelebilir. En iyisi en basitini sorup bırakalım: Gerçekten bu bir açılım mı, değil mi? Yeni bir süreçse içinde ne var?