Şu iki alıntıyla başlayalım:
“CHP 31 Mart’ın kendisine açtığı muazzam imkânı değerlendirmek yerine, enerjisini ve mesaisini, birçok güçlü aktörün siyasal hesap ve önceliklerini telif etmeye ayırmak durumunda kalıyor. Gündem yaratma beklentisini karşılayamadığı gibi kendisi müstakil bir gündeme dönüşüyor…”
AK Parti’nin iktidar ve ittifak öncelikleri dolayısıyla mevcut siyasal krizlerini çözemeyişi muhafazakâr kulvardaki aktör ve partilere muazzam bir imkân açıyor. Ancak, yoğun bir hareketliliğe ve arayışa rağmen henüz AK Parti’ye alternatif oluşturabilecek bir siyasal eksen oluşmuş görünmüyor...”
Alıntılar PANORAMATR Eylül 24 araştırma raporunun girişinden. Bunlar, aslında, bu köşede sık dile getirdiğimiz iki tespit. Aradaki fark, araştırmanın sahaya dayanıyor olmasında.
PANORAMATR Eylül 24 asıl kritik tespiti şu: “Siyasetin bütünüyle kendi gündemiyle meşgul olması, siyasi partilerin toplumsal talep ve önceliklere tercüman olamaması, toplum ile siyaset arasındaki bağı zedeliyor…”
Bu önemli.
Bu bağın zedelenmesinin göstergelerinden birisi siyasi partilere arasında tercih yapmayan kararsız olduğunu söyleyen seçmen sayısında artış. Bu oran araştırmaya göre toplamın ¼’ne ulaşmış durumda ve en büyük seçmen kitlesini oluşturuyor.
Bu elbet işin siyasi davranışla ilgili rakamsal kısmı. İşin bir de “değer”, “algı” ve “işleyiş” yönü var.
Toplum-siyaset bağının zedelenmesi, esasen, demokratik düzenin ve toplum ile siyaset arasındaki etkileşimin, alışverişin örselenmesi anlamına gelir. Siyaset; değişim, refah, özgürlük istikametinde toplum için umut olmaktan çıkar. Sonuç, toplumun siyasetten uzaklaşması kadar, siyasetin de toplumdan kopmasıdır. Bunun anlamı ise siyasi aktörlerin üzerinden siyasetin değerini kendi içinden üreten, başına buyruk, hükümran hale gelmeye yüz tutmasıdır.
Toplum-siyaset ilişkilerinde kopukluk, bir kriz halidir. Ancak bu tür kriz halleri siyasi başarı bakımından her zaman olumlu veya olumsuz bir durumu temsil etmezler. Ancak sertleşmeyi, ağır ideolojik yük ve söylemleri, otoriterleşmeyi taşırlar. Sert bir hiyerarşi oluştururlar. Hiyerarşinin tepesinde siyaset, en altında toplum bulunur. Bu siyaset ise dar rekabetleri ve hükümranlık düzenini, bunun ekonomi politiğini ifade eder hale gelir.
AK Parti örneğin… Siyasi olarak tek kişi tarafından taşınıyor ve bunun değişme şansı yok. Bu kişinin hükümranlığı ve kurduğu hükümranlık düzeni cebren siyasetle özdeş hale getiriyor. Parti seçmenin, kitlesinin i yok. Ne o partide ne bir başkasında alternatif yok. Başarı, güç ve ufuk kişiye ait, kişi kaynaklı.
Dahası, daha vahimi zamanla ve mevcut dokuyla bu durumun normalleşmesi ve kendi başına bir değer haline gelmesi. Özetle, bu durumu normal kılan ve yeniden üreten siyaset algısı. Otoriter eğilimlerin elbet farklı toplumsal ve kültürel kaynakları vardır. Ancak dönemsel dalgalar da o denli önemlidir. Kişi kültü ile siyasi başarı arasında doğru orantı bunu ifade ediyor.
AK Parti ve Erdoğan bu bakımından otoriterleşen bir toplumsal dokuyu yönlendiren bir unsur.
CHP’de iddia farklı, ama tablo benzer. Seçmen siyaset, değişim, gelecek tasavvuru umuduyla CHP’ye oy verdi son seçimlerde. Ancak gelin görün ki, bu siyasi parti topluma dair siyaset üreteceğine, siyaseti kendi içindeki rekabete kilitliyor. Öne çıkan üç, hatta dört güçlü siyasi isimle çoğulcu bir imaj oluşturacağına, bunlar arasındaki öne çıkma savaşını yaşıyor. Formül AK Parti’ye benzer. Benzer zira, bu savaş normalleştikçe, umutların, başarı ihtimalinin kişiye bağlı olduğu, onunla özdeşleştiği bir durum besleniyor.
CHP’nin belki bu nedenle kamuoyu araştırmalarında oy oranları geriliyor, PANAROMATR Eylül araştırmasının da gösterdiği gibi birinci parti olma konumu kaybetmiş bulunuyor. AK Parti ise, öne geçse de, eski seçmen gücünden hala uzak duruyor, araştırmalarda.
Bunların ve artan kararsız seçmen oranının, bir kriz göstergesi kadar bir yaptırım olduğu açık.
Ama tavşan dağa küsmüş durumu var ortada.
Siyasallaşmada, siyaset-güç ilişkisinin esas değer olması hali ortadan kalkmıyor.
Güne dair otoriterliğin kökenleri de bir ölçüde burada yatıyor.