Küresel yeniden bölüşüm kavgası hızlandı ve yeni bir evreye girdi. Çözüm ya da denge oluşamadıkça var olanın, eskinin yıkılması hızlandı. Sorun şurada ki savaş daha büyük savaşı, yıkım daha da büyük yıkımları tetikliyor. Yarının ne getireceğini henüz bilmiyoruz.
Dünya krizler yumağı içinde, Türkiye de öyle. Var olan sistemler, kurumlar, kurallar son hızla yıkılıyor. Yerine neyi koyacağımız ise meçhul. Belirsizlik aklımızı da ruhumuzu da esir alıyor. Bilinçaltımızdaki içgüdüsel hayatta kalma güdüsü tetikleniyor. Bireyler ve toplumlar hayatta kalma güdüsüyle yüzlerce yıldır geliştirdiği tüm ahlaki normlarından uzaklaşarak ilkel güdülerine geri dönüyor. Kurumsal çöküş ahlaki çöküşü hızlandırıyor. Yalnızca son üç dört haftada yaşadıklarımız gidişatın yıkıcı etkilerindeki vites artışının emareleriyle dolu.
Küresel bölüşüm kavgası üç katmanda sürüyor; siyasi, ekonomik ve kültürel. Bu üç katman çoğu zaman birbirinin içine geçiyor, birbirini çoğaltıyor ama her katmanın dinamikleri ve aktörleri arasında da farklılıklar, özgünlükler var. Esas itibarıyla da bölüşüm kavgası yeninin belirleyici gücü olmak dürtüsünden kaynaklanıyor gibi görünse de eskinin yeniden yağmalanarak sürdürülmesi hedefine dayanıyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından tek kutuplu dünyaya geldik denilirken yirmi yıldır ABD’nin hakimiyetine başkaldırılarla karşılaştık. Avrupa Birliği kendi kıtasında tek belirleyici olacağını sandı, Rusya yeniden sahneye çıkmaya çalıştı, İran bölgesel etki alanına oynamaya başladı, Çin ekonomik yükselişinden güç alarak Afrika’dan başlayarak süper güç olma oyununa dahil oldu.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ve İsrail’in Gazze’de soykırım, şimdi Lübnan’da soyunduğu işgal girişimiyle siyasal bölüşüm savaşının hızı, biçimi, dinamikleri değişti.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi artık Rusya-Ukrayna savaşına dönüştü. O güne dek Rusya’nın askeri gücü, kapasitesi, nükleer silahları, dış politikadaki ustalıklı manevraları konuşulurken aslında gerçeğin hiç de öyle olmadığı anlaşıldı. ABD ve AB’nin Ukrayna’nın direnişine askeri, teknolojik ve ekonomik desteğiyle başlayan süreçte, Ukrayna’nın ne kadar direnebileceği, Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacının nasıl karşılanacağı tartışılır, olası dünya savaşı mı nükleer savaş mı tehditleri konuşulurken bugün Rusya’nın sanıldığı kadar güçlü olmadığı gibi bir görüntü var. Ukrayna’nın bazı bölgelerine sıkışmış savaş böyle mi devam eder yoksa sönümlenir ya da yayılır mı, bilinmez.
Hamas 7 Ekim sabahı İsrail’e karşı beklenmeyen ölçü ve biçimde terör saldırısı gerçekleştirdi. Sonrasında İsrail’in misillemesi giderek Gazze’de soykırıma dönüştü. İsrail kitlesel katliamın yanı sıra suikastlarla Hamas ve Hizbullah üst düzey yöneticilerini öldürmeye başladı. Derken geçen hafta İsrail’den iki gün üst üste benzeri görülmemiş bir operasyon geldi. İsrail, Hizbullah’ın üyeleriyle gizli haberleşme için kullandığı eski tip küçük çağrı cihazlarının binlercesini eşzamanlı olarak patlattı. Ertesi gün de el telsizleri patlatıldı. Ardından Lübnan’a doğrudan hava saldırıları başlatıldı.
Gazze
Düşününce paniğe kapılmamak mümkün değil
İsrail’in teknolojik ya da siber saldırısını geleneksel askeri saldırılarla iç içe yürütüşü, dünyanın Gazze’deki soykırıma sessiz onayı yüzlerce analizi gerektiriyor. Öncelikle sıradan teknolojik aletlerin birer bombaya dönüştürülebileceğini, bu nedenle de yalnızca askeri güçlerin değil sivillerin de her an ve her yerde hedef olabileceğinin yaşanmış olması bile artık geleneksel savaş dışında başka bir şey konuşuyor olduğumuzu gösteriyor. Elbette sıradan ve gündelik yaşamın parçası cihazlara bomba yerleştirmek yeni bir şey değil. İsrail’in yaptığını farklılaştıran kitlesel ölçekte oluşu. Nesnelerin internetini konuştuğumuz, elimizdeki, evimizdeki her bir aygıta uzaktan erişimin mümkün olduğu bir gündelik yaşamda ister bir devlet, bir gizli servis, ister bir terör örgütünün böylesi bir maharetinin olabilmesinin ürettiği olası riskleri düşününce paniklememek mümkün değil.
Bu eylemin teknolojik ve askeri yönü, bireysel ve toplumsal etkisi üzerine birçok analiz okuyoruz, dinliyoruz. Bir uzman değerlendirmesi önemliydi: “Başlıca etki psikolojik oldu. İsrail’in bu son sabotajı, herkesi sıradan cihazların anında yaralanma ya da ölüm kaynağı olabileceğinden korkar hale getiriyor. İnsanın ruhunu kemiriyor.”
Avrupalılar kendini koruyamıyor
İlk günden itibaren Gazze’de yaşanan soykırıma, İsrail’in giriştiği suikastlara ve özellikle Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin İran’ın kalbinde, Tahran’da öldürülüşüne İran’ın tepkilerinin ne olacağı, sürecin giderek bir bölgesel savaşı ve hatta dünya savaşını tetikleyebileceği olasılığı hep gündemdeydi. Tıpkı Rusya’ya atfedildiği gibi İran’a dair de bir genel yargı vardı. Askeri gücü ve kapasitesi, uzun menzilli füzeleri, nükleer güce ne kadar yakın olup olmadığı, yüzlerce yıllık birikimiyle diplomasi mahareti vs. hep gündemdeydi.
ABD Ukrayna deneyiminden Rusya’nın, Gazze ve Lübnan deneyiminden İran’ın askeri gücünü test etmiş oldu. Şimdilik de ikisinin de vehmedilen güç, kapasite ve niyette olmadığını gördü.
Avrupa Birliği ise çoktan oyun dışı kalmış durumda. Burunlarının dibindeki Ukrayna savaşının Avrupa üzerindeki olası tehdit ve riskleri karşısında bir askeri güç ve kapasitelerinin olmadığı anlaşıldı.
Birkaç hafta önce de bir dönemin Avrupa Merkez Bankası (ECB) Başkanı Mario Draghi’nin yazdığı Avrupa’nın Rekabet Gücünün Geleceği başlıklı bir rapor yayınlandı. Geçen hafta Oksijen’de Financial Times başyazarı Martin Wolf’un değerlendirmelerini okuduk.
Wolf’un yazısından alıntılayarak, Draghi’nin raporuna göre “Avrupa daha üretken olmazsa bir tercih yapmak zorunda kalacağız. Aynı anda hem yeni teknolojilerin lideri hem iklim sorumluluğunun öncüsü hem de dünya sahnesinde bağımsız bir aktör olamayız. Toplumsal modelimizi finanse edemez hale geleceğiz. Hedeflerimizin hepsini değilse bile bazılarını küçültmek zorunda kalacağız. Özetle, Avrupa Birliği yıkım riskiyle karşı karşıya.”
Rapora göre “Bugünkü dünya AB’ye hiç uymuyor. Dinamik ticaret ve çok-taraflılık çağı bitiyor. AB en önemli ucuz enerji tedarikçisi olan Rusya’yı kaybetti. Daha da mühimi, ekonomik bağımlılıkların zaafa dönüşme riski taşıdığı yeni bir jeopolitik çatışma çağına doğru gidiliyor. En beteri ise AB’nin bu yeni dünyaya bir sürü zaafla giriyor olması. Dahası Ukrayna’daki savaşın gösterdiği üzere Avrupalılar kendini koruyamıyor.”
Son birkaç ayın güvenlik meselelerine ve sıcak çatışma alanlarına, aktörlerine baktığımızda görünen tablonun birkaç ana karakteri var. Birincisi, küresel siyasal egemenliği bölüşüm kavgası sıcak savaşlara dönüşmüş durumda. İkincisi, bu sıcak çatışmalar henüz bir dünya savaşı ya da nükleer savaşa dönüşme olasılığından daha çok bölgesel düzeyde sürecek gibi görünüyor. Çünkü yine şimdilik ABD’nin karşısında Rusya ve İran’ın askeri gücü ve kapasitesinin çok geride kaldığı anlaşılıyor. Dolayısıyla savaşı büyüterek, yayarak kazanma oyunu oynayacak bir aktör henüz ortada yok. Üçüncüsü, bu kapasite farkı yalnızca nükleer ve geleneksel askeri güçten öte teknoloji temelli bir karaktere dönüşüyor. Dördüncüsü de AB ve Avrupa da şimdilik ABD’nin siyasal, ekonomik, teknolojik ve askeri egemenliğini kabullenmiş durumda.
Lübnan
Ama mesele bundan ibaret değil. Siyasal egemenlik ve ekonomik egemenlik kavgası askeri olduğu kadar teknolojik öncülük ve hakimiyet üzerinden dönüyor. Gerilim alanı yalnızca teknolojide de değil. Uzayda, kutuplarda, okyanuslarda, deniz diplerinde yani insanlığın ortak alanlarında teknolojik öncülük ve siyasal, ekonomik hakimiyet gerilimine dönüşmüş durumda.
Hele üçüncü katmanda, küresel kültürel gerilim ya da Batı ile Müslüman coğrafya arasındaki gerilim ise tüm dünyada ahlaki ve vicdani bir krize dönüştü. Kültürel gerilim Orta Doğu’da yaşananlar, küresel göç ve göçmen karşıtlığı, İslamofobi-ırkçı-faşist hareketlenmeler ve karşısında IŞİD-Hizbullah-Hamas türü İslamcı terör örgütleri gibi birçok aktör ve dinamikle derinleşiyor. Daha da vahimi Orta Doğu ve Müslüman coğrafya iç bölünmeleri, çatışmaları ile göğüsleyemediği Batı’nın zihni, siyasi, ekonomik ve askeri saldırısı karşısında ya iç çatışmalar yaşıyor ya devletsizleşiyor ya da otoriter yönetimlere meylediyor.
İkinci katmandaki ekonomik egemenliği bölüşüm kavgası ise teknoloji eksenli bir alan üzerinden olanca hızıyla sürüyor. Bu katmanda ABD ve Çin baş başa kalmış görünüyor. Son aylarda ise her yerde ve her şeyde yapay zeka konuşuyoruz.
Yine geçen hafta köşe komşum Serdar Kuzuloğlu’nun yazısından ve Google eski CEO’su Eric Schmidt’in konuşmasından meselenin derinliğini bir kez daha kavradık.
Schmidt “Neyin gelmekte olduğundan haberiniz bile yok” deyip, “1 milyon sözcükten oluşan soruları anlayıp yanıtlama becerisi kazanan ve durmaksızın öğrenen modellerin karmaşık konuları bir insan gibi algılama ve kendini sürekli geliştirme kabiliyetiyle ekonomi, savunma, eğitim, yetkinlikler, enerji ve etik başlıkları altında şu an öngöremediğimiz etkiler yaratacağına” dikkat çekiyor ve hayal etmemizi istiyor, bugün 1 milyon sözcükle çalışan yapay zeka modelleri yarın 10 milyon sözcükle çalıştığında neler yapabilirler.
Yapay zeka meselesini köşe komşularım Ayşegül’e, Levent’e, Serdar’a bırakayım ama son haftalarda teknolojik gelişmeler konusunda bir başka habere dikkat çekmek istiyorum.
Telegram CEO’su Durov, siber suçlarla bağlantılı soruşturma kapsamında Fransa’da gözaltına alındı. İddiaya göre Durov, popüler mesajlaşma uygulaması olan Telegram’ın suç amaçlı kullanımını önlenmeye yönelik adım atmamakla suçlanıyordu. Durov bırakıldı ama sonrasında yaptığı açıklama ne karşılığı bırakıldığını da gösterdi. Telegram adli yetkililerden gelen yasal talepler doğrultusunda, hizmet şartlarını ihlal eden kişilerin IP adresi ve telefon numaralarını artık yetkililerle paylaşacaktı. Şu eski bilgiyi de hatırlayalım, başlarda Rusya ve Ukrayna’da popüler olan Telegram kullanıcı verilerini Rusya hükümetiyle paylaşmayı reddettiği için 2018’de Rusya’da yasaklanmış, 2021’de yasak geri çekilmiş. İki bilgiyi birleştirdiğimizde uygulamanın sıkıştıran her devlet ve makam ile verileri paylaşmasının mümkün olabildiği ortaya çıkıyor.
Yapay zekânın insanlar tarafından suistimali
Yalnızca Telegram da değil, bugün gündelik hayatımızı kökten değiştiren tüm teknolojik sıçramalar birkaç şirketin ve Durov, Elon Musk gibi birkaç kişinin ve birkaç finansal fon yöneticisinin tekelinde ve kontrolünde.
Bu kişilerin ürettiği yapay zeka veya mesajlaşma uygulamaları dahil tüm teknolojilerin kullanıcısı milyarlarca birey. Ama muhatapları her gün daha da otoriterleşen, keyfileşen, her şeye güvenlik kaygısı ve kendi bekası anlayışıyla bakan yönetimler, devletler. Bir bakıma geleceğimiz sayıları 10’u bulmayan teknoloji ve finansal tekel gücüne sahip kişi ile devletler ve başındakilerin kararları ya da işbirlikleri ile şekilleniyor.
Yalnızca bu tespitin üreteceği meseleler üzerine yüzlerce analiz yapabiliriz. Öte yandan 10 milyon sözcüğü işleyip, kavrayıp, anlayıp, iş üretebilen yapay zeka modellerinin olası yararları kadar bu perspektiften bakarak olası risklerini düşünmek de insanı afallatıyor. ABD veya Çin yöneticilerinin bu kapasiteyi ve mahareti hayatı nasıl manipüle edebilme gayretlerine çevirebileceklerini düşünmek bile kaygılanmak için yeterli. Tıpkı İsrail’in teknolojik saldırısının ürettiği toplumsal ve psikolojik sonuçları ve bundan sonrası için nelere kapı açtığını da düşünmek gibi.
Yine gazetemizdeki bir yazısında Daron Acemoğlu’nun değindiği gibi, “Yapay zeka güvenli mi’ tartışması yanlış. Çünkü asıl risk, yapay zekanın insanlar tarafından suistimali. Bu yüzden teknoloji şirketlerini dizginlemek için çok daha güçlü kurumlara ve sivil eylem tarzlarına ihtiyacımız var.”
Bu, meselenin bir yanı. Asıl mesele ise hala gelen çağın kurumlarını, kurallarını, yönetim ve devlet modelini tanımlayamamış olmamız. Hala elimizde geleceğin hikayesi yok. Buna karşılık teknolojik sıçrama, gezegenin ritim değişikliği ve toplumsal değişimler var olanları da müthiş bir basınçla değişime zorluyor ve yıkıyor. Yeniyi inşa için elimizde olan en etkin aktör olan devlet ve tek araç olan siyaset ne yazık ki kendi eski varlıklarını sürdürme ve olanı yeniden bölüşme derdindeler. Bu yeniden bölüşme derdi ise yeni bir evreye dönüşüyor, yoğunlaşıyor, şiddetleniyor.
Bu durum ise memleketiyle, gezegeniyle ve insanıyla derdi olan herkesi, büyüğüm ve dostum Bülent Korman’ın geçenlerde bir mesajında hatırlattığı basit gerçeğe dönerek, her şeyi yeniden düşünmeyi gerektiriyor. 1955 yılında Bertrand Russell ve Albert Einstein tarafından yayımlanan Russell-Einstein Manifestosu’ndan: “İnsanlığınızı hatırlayın ve gerisini unutun.”