“Korkuyu beklerken”

Kimsenin İsrail’in yaptığından şüphe duymadığı Lübnan’daki bombalı saldırılar, teknolojisi ve temel stratejisi değişen savaş makinesinin nasıl bir kapasiteye ulaştığı hakkında yeni tartışmalar yaratmaya aday. Saldırıların, hepimizin yakınımızda bolca bulunan elektronik cihazlar ya da bataryaları silaha dönüştürerek yapılması, geniş bir dehşet duygusu yarattı. Kimi hayranlık duysa, kimi “doğru” hedefler için meşru saysa bile, hadisenin orta-uzun vadede yaratacağı etki, korku ve şüphe iklimini herkes için daha koyulaştırmak olacak. Zaten şimdiden zengin komplo teorileri üretilmeye başlandı. Ancak distopik filmlerin çok önceden bizi haberdar ettiği gibi, en güvenli sığınağımız, en mahrem alanımız sayılan evlerimizde nasıl bir büyük gözaltı yaşadığımızı, hayatımızı kolaylaştırma iddiasıyla yakınımıza sokulan her şeyin nasıl tehlikeler içerdiğini gayet iyi biliyoruz. 

Bizi dünyaya açtığını düşündüğümüz bilgi teknolojilerinin, aslında bizi kıskıvrak bağlamaya yaradığını da, her davranışımızın kayda alındığı ve manipüle edildiğini de artık iyice öğrendik. Büyük kalabalıklar, bu gelişmeler karşısında elbette korkuya kapılıyorlar ve güvensizlikleri büyüyor ama verdikleri tepkiler, ne insanlığın geldiği zeka seviyesine ne medeniyet düzeyine uygun. Korkuya kapıldıkça en ilkel dürtülere kaçıyorlar. Kendilerini tehdit eden, bu dehşetli gelişmelere daha çok yaklaştıran şeylere -kaynağında- itiraz yerine, bunları kontrol edenlere yakın durmanın (hatta ötekiler için sertleştirerek büyütmenin) derdine düşüyorlar. Otoriterliğin yükselişi, “kolektif amigdalanın” kışkırtılmasıyla yakından ilişkili. Yani, bütün canlıların hayatta kalma motivasyonunu ve dolayısıyla en ilkel güdüleri yöneten alt beynin hükümranlığı genişliyor.

11 Eylül’ün, güvenlik gerekçesiyle nelerin meşru sayılmasını sağladığını hatırlayalım. Bugün uluslararası alanda herhangi bir denetleyici yaptırımın işlememesinin, lazım olduğunda ve rıza temin edildiğinde kuralları ihlal keyfiliğinin tasarlanmış maliyeti olduğunu unutmayalım. Mesela bugün güvenlik kameralarının (CCTV- MOBESE) bir özgürlük ve güvenlik tehditi olduğundan kimse bahsetmiyor. Hatta güvenlik ihtiyacının veya insanların kendilerini güvende saymasının en sağlam aracı gibi işlem görüyor. En son 1990’larda İngiltere’de -İRA saldırıları bahanesiyle yaygınlaştırılan CCTV- kitlesel gösterilerle itirazlara konu olmuştu. Yakında yerli-milli medya, sosyal medya, dijital platformlar ve belki giderek bu alanlara hizmet eden bütün cihazların merkezi kontrole konu olması, bir milli güvenlik meselesi olarak pazarlanacak. 

Modern “ye’cüc-me’cüc”  hikâyesine dönüştürülen göç krizi de benzer bir işlev görüyor. Endişe, her küçük aralıktan sızarak büyüyor, insan zihnini ve elbette politik reflekslerini ele geçiriyor. Hayatından, işinden, geleceğinden emin olmayan insanlar; bu korkuları, bireysel (toplumsal) kompleksleriyle ilişkilendiren kışkırtmalarla yönlendiriliyor. Mesela aklı başında kimsenin bu devirde inandırıcı olmasını beklemeyeceği, “komünistler geliyor” alarmı -üstelik Putin (Rus) dostu aktörler tarafından- ABD seçimlerinin teması yapılabiliyor. Bizim gayet aşina olduğumuz “montaj” görüntüler, her yerde  kullanılıyor. Ancak en büyük tehlike, her türlü korkunun -bizzat yaratanlar tarafından istismar edilmesi sayesinde- etkisini kolayca yayabilmesi. Endişelerin her pozisyonu belirler hale gelmesi. Saldırganın kendi yarattığı dehşetten faydalanması anlamında yaygınlaşması ve karşısındakilerin de neden ve fail  tepki yerine, endişeyle ilişki kurmaya mahkum hale gelmesi. 

İsrail’in yaptığı saldırı, daha önce düzenlediği suikastler ya da sivil saldırılarında olduğu gibi kısa vadedeki etkileri dışında, uzun vadede -kendi bölgesel işlevine ek olarak- sonuçlar doğurabilecek özellikler taşıyor. Televizyonların “sopalı uzmanları” ya da iktidar danışmanları, istihbaratın kıymeti, tedarik zincirlerinin güvenliği, teknolojik üstünlüğün önemi gibi konulara dalarken aslında aynı şeyi anlatıyor ve aynı şeyi besliyor: “Kimse güvende değil”. Evinizde, belki de kucağınızda çocuğunuz olduğu bir anda, cebinizdeki veya masanızdaki bir cihaz patlayabilir. Bu dehşetli bir ihtimal ve birilerinin bu teknolojiye sahip olduğunu ve kullanmaktan çekinmeyeceğini bilmek çok ürkütücü. Fakat daha kalıcı ve tedirgin edici etki, bu bilgiye sahip olan insanların nasıl davranacakları? Bu bilginin onlara ne yaptığı, ne yapacağı? Bu zeminin kimlerce nasıl kullanılacağı? 

Aylardır süren soykırım sınırındaki İsrail saldırıları, onbinlerce insanın ölmesine yol açarak yoluna devam eden Ukrayna savaşı veya çok daha küçük alanlardaki mikro şiddet pratikleri, karşılarında çaresiz kalan ve her adımda bunu daha çok hisseden kalabalıklar üretiyor. “Kimsenin güvende olmadığı” fikri, güvenliği bozanları hedefe koymuyor, şiddet araçlarına sahip olanları güçlü kılıyor. İtirazın ve isyanın gözden düşürülmesi hatta bizzat tehdit olarak işaret edilmesiyle, endişeden ibaret varoluşun tek sığınağı, içine girmeye razı olunacak kalın duvarların arkası haline geliyor. “Realiteyi”, farkında olunduğu için itiraz edilecek bir durum olmaktan çıkarıp, kabul ve tabi olunacak bir çerçeve olarak algılayınca, bundan kimin kazançlı çıktığı ya da çıkacağı gayet açık. Mesela Netanyahu’nun en çok tepki aldığı hamlelerinin, aynı zamanda onu iktidarda tutan asıl dinamik olduğu tespitinin harcıalem yorum olması, bu yüzden kimseye şaşırtıcı gelmiyor.