Gelin bugün “muhafazakârlık” üzerine biraz düşünce egzersizi yapalım. Siyaseten de, toplum hayatı açısından da güncel bir tarafı var bu konunun.
Bir kere iktidarda kendisini muhafazakâr diye tanımlayan bir parti var. Toplum geneli olarak da muhafazakâr niteliğimizle biliniriz.
Muhafazakârlığa eleştirel yaklaşan meselâ ülkenin ana muhalefet partisinin eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “Aslında en muhafazakâr parti biziz” gibi bir söz söylemişti. Kılıçdaroğlu’ndan liderliği alan kadro da (Özel ile İmamoğlu ile) “Değişim” vurgusunu öne çıkarmıştı. Hatta gelecekte siyasette daha etkin roller üstleneceği var sayılan Ekrem İmamoğlu “CHP değişmeden Türkiye değişmez” demişti. Bir ara da yine parti saflarında “CHP normalleşmeden Türkiye normalleşmez” ifadesi dolaşmıştı. “Değişim” denen şey, CHP için Kılıçdaroğlu’nun “En muhafazakâr” diye koruma alanında gördüğü şeylerde bir değişimi, yenilenmeyi mi işaret etmekteydi?
Başından beri CHP’nin en duyarlı olduğu alan “Atatürk devrimleri” olmuştur. Bir ara Ecevit, devrimleri “Gardrop devrimleri” diye nitelemiş, daha doğrusu eleştirmiş, asıl devrimin başka alanlarda olması gerektiğini ifade etmişti. Şu sıralar biraz da iktidara tepki çerçevesinde CHP cenahı, medyası ve parti simalarıyla “Atatürk mirasını koruma” refleksi sergiliyorlar.
Bu yazı bir CHP analizi değil. Sadece “Muhafazakârlık” ekseninde tüm toplumu ilgilendiren bir düşünce egzersizi gerçekleştirelim, istiyorum.
Soruyu şöyle koyalım: Bu ülkede toplum olarak neyi muhafaza edelim? Değişeceksek hangi alanlarda değişelim? İktidar veya muhalefet olarak, hep birlikte koruyacağımız veya hep birlikte değiştireceğimiz herhangi bir alan olamaz mı?
Belli ki öncelikler farklı. “Atatürk önceliği” ile “Din önceliği” uzunca zaman toplumu farklılaştırmış.
Ama, geldiğimiz noktada toplumun biraz da “Siyasetten bağımsız” olarak değişime uğradığına tanık olmaktayız.
İktidarda “Dini öncelkler”i önemsediği farz edilen muhafazakâr bir kadro var, ama, meselâ böyle bir iktidarın 22 yıllık icraatının ardından bir çocuğun öldürülmesi, 2 yaşındaki bir bebeğin cinsel istismara maruz kalıp hayatını kaybetmesi ve bu işin failleri olarak yine iki çocuğun gözaltına alınması gündemiyle birlikte “ahlâkî çürüme” diye bir olgu ülke gündemini sarsıyor.
Bakıyorum, bu gündem iktidarı da sarsıyor, muhalefeti de…
Atatürk’ten de yola çıkılsa bu hadiseler toplumsal bir travma anlamına geliyor, dindarlıktan yola çıkılsa da…
Ne yapmalı bu “ahlâkî çürüme”ye karşı?
Mesela kadın cinayetleri var. Aile içi şiddet var. Dağılma süreci hızlanan aile gerçeği var. Ergen zorbalığı var. Çocuk yaşta cinsellik (18 yaş altı çocuk sayılıyor) ve onun doğurduğu “çocuk anne” gerçeği ya da çocuk yaşta kürtaj cinayetleri var. Uyuşturucunun 11-12 yaşlara inmesi var. Cinsiyet savrulması var.
Yasalar işliyor kuşkusuz, iş adliyeye intikal ettiğinde dosyalar birikiyor orada ve yıllar sürse de sonunda bir karar veriliyor. Ama o kararlar da toplumsal travmayı ortadan kaldırmıyor aksine, yeni travmaların kaynağı haline geliyor.
Bu tür toplumsal sancılar, genelde muhafazakârların gündeminde ağırlıklı yer tutuyor, “Elden giden” ne varsa onun çığlığı atılıyor, bir kısmı “küresel güçler” fitnesine bağlanıyor, ama çürüme sürecinde sarsıcı yeni bir gündemle karşılaşıncaya kadar sürünceme devam ediyor.
İşte 22 yıllık bir “muhafazakâr icraat” ardından ortaya çıkan “Türkiye fotoğrafı” şayet Narin acısı tek acı değilse – ki değil- ülkeyi sarsıyor.
Ülkenin ana muhalefet partisinin -ki mahalli seçimlerde birinci parti çıktı ve kendisine iktidar adayı olarak bakıyor- bu çürümeye karşı geliştirdiği bir çare var mı?
“Değerler eğitimi”ne mesafeli oldu hep CHP. “Değerler”in “Din kaynaklı” olmasına da mesafeli oldu. Nasıl bir “seküler değer eğitimi” öngördüğünü tam da bu süreçte paylaşabilir mi mesela? Ya da “Din” ile mevcut iktidardan farklı nasıl bir iletişim halinde bulunacağını paylaşabilir mi?
CHP’nin bile, sanırım ahlâkî duyarlılık gibi, manevi değerler gibi bir hassasiyeti vardır. Onun meselâ eğitim alanında ülke gençlerine nasıl verileceği noktasında bir düşünce egzersizi var mı, orada “Sağlıklı bir kişilik” nedir meselâ böyle bir şeyi önemsiyorsak?
Kendini “muhafazakâr” diye tanımlayan siyasi kadro, 22 yılın ardından ortaya nasıl böyle bir toplumsal tablo çıktığının analizini yapmış mıdır?
“İnsanî kalite” insana ilişkin değer ortaya koyan her sosyo - kültürel sistemin ana gayesidir. Türkiye, o çerçeveyi sağlıklı işletemiyor, bu açık. Dünyada da sağlıklı işlemiyor o mesele. Herkes şapkasını önüne koyup kendi önerisini bu açıdan sorgulasın. Neyi muhafaza edeceğimiz, neyi değiştireceğimiz öyle bir muhasebeyle ortaya çıkacak çünkü. Tabii yapabilirsek…