AYM Başkanı'nın konuşması, hukukun neresinde?

Anayasa Mahkemesi Başkanı Kadir Özkaya'nın, AYM'ye bireysel başvuru hakkının 12. yıldönümü ve mahkemenin yeni üyesi Doç. Dr. Metin Kıratlı'nın yemin töreninde yaptığı konuşma, hak ettiği kadar değerlendirilmedi.

Kur'an – ı Kerim'den ayetler ile de zenginleştirilen konuşma, yargı bağımsızlığı, bireysel başvuru hakkının etkin kullanımı ve yargı kurumlarının hukuk içerisinde kalmaları ile ilgili mesajlarla doluydu.

Yukarıdaki cümledeki tuhaflığın nedeni ben değilim, kuşkusuz ki AYM Başkanı da değil.

Anayasa Mahkemesi'nin başındaki bir yargıcın, "yargı organlarını hukuk içinde kalmaya davet etmesindeki" tuhaflık kimsenin dikkatini çekmedi mi acaba?

Anayasa Mahkemesi Başkanı, bir yemin töreninde, davetlilerin huzurunda "yargı bağımsız ve tarafsız olmalı, bireysel başvuruların etkinliği korunmalı ve yargı makamları hukuk içinde kalmalı" diye konuşuyorsa, bu konularda ciddi tereddütleri var demektir.

Yargı zaten bağımsız ve tarafsızsa, bireysel başvuru hakkının etkin kullanımı sağlanmış ve işler haldeyse, yargı gücü sadece hukuku yüceltmek için kullanılıyorsa, Başkan niye bunları söylemek zorunda kalsın?

Başkan'ın konuşmasında konu geçişlerinde kullandığı bir kalıba dikkatinizi çekeceğim: "Sayın Cumhurbaşkanı'm."

Başkan, bu kalıbı düzenli olarak kullandığına göre konuşmasında vermek istediği mesajların hedefinin Cumhurbaşkanı olduğunu kabul etmek gerekir diye düşünüyorum.

Böyle değil de bu hitap kalıbını "Cumhurbaşkanı'nın yüksek müsaadeleri için" kullanıyorsa, o vakit de güçler ayrılığı konusundaki endişelerimizi dile getirmeliyiz.

Cumhurbaşkanı, yürütme organının başı olarak, millet adına egemenliği kullanan üç organdan sadece birisini temsil ediyor. Yargı da öyle; milletin egemenlik hakkını, millet adına kullanıyor.

Onun için konuşurken Cumhurbaşkanı'nın "yüksek müsaadelerini" talep etmek, bu kalıpla fikir açıklama izni istemek, AYM Başkanı'na yakışmaz. Böyleyse Başkan, bulunduğu makamın yüksekliğinin farkında değil demektir.

Öte yandan Başkan'ın konuşması, tıpkı Yargıtay Başkanı'nın konuşması gibi bir "kompozisyon ödevi" tadındaydı.

Örnek olsun diye bir bölüm aktaracağım, konuşmanın geneline bu üslup ve bilgi derinliği hâkimdi:

"Birbirimize düşman olup dış düşmanlara fırsat vermeyelim. Hepimiz kardeşiz. Her zamankinden daha çok birbirimize kenetlenmeliyiz. Aklımızı iyi kullanmalıyız. Akıl bir hazinedir. Aklı fitneye kelepir etmeyelim. Aklı fitneye hâkim kılalım. Aklı fitneye hâkim kılalım ki kargaşa olmasın. Bu fani dünya boştur, geçicidir, avaredir, diyerek kendimizi yanıltmayalım. Boş dediğimiz bu fani dünya iki cihanın da hazine anahtarıdır. İki cihan da bu fani dünyada kazanılmaktadır. Akılla, sıhhatle, bilimle bu dünyayı iyi değerlendirmeliyiz. Her bir nefesimiz geleceğimiz için bir hazinedir, çok önemlidir. Bu nedenle her ânımızı iyi değerlendirmeliyiz. Fitneye, fesada fırsat vermemeliyiz. Geleceğimizi kendi ellerimizle çıkmaza düşürmemeliyiz." 

Başkan konuşması boyunca Kur'an – ı Kerim'e üç kere atıf yaptı; üç ayet aktardı.

Hukukçuların görüş açıklarken felsefi, siyasi ya da dini de olsa hukuk dışı metinlere gönderme yapmalarında bir sakınca görmüyorum.

Anayasa'nın laiklik ilkesini bu tür göndermeler zedelemez.

Önemli olan bu atıfların hangi bağlam içinde, hangi amaçla kullanıldığı diye düşünürüm.

Başkan, Gazze'deki insanlık dramına dikkat çektikten sonra şunu söylüyor:

"Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de 'Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı (korkuyla donup kalacağı) bir güne erteliyor' denilmektedir. İnanıyoruz ki 'zulm ile abad olanın ahiri berbad olacaktır.'"

Gazze'de olup bitenler için hepimiz üzülüyoruz. Başkan'ın üzülmesi de normal.

Anormal olanı bu üzüntü ifade edilirken, evrensel insani değerlerden ve uluslararası hukuktan söz etmek yerine meseleyi çözmeyi ilahi güce bırakma fikri.

Uluslararası Ceza Mahkemesi, İsrail'in faşist yöneticilerini soykırım suçlamasıyla tutuklamaya hazırlanırken, evrensel hukuktan söz etmek daha doğru olmaz mıydı?

Türkiye bu davaya müdahil olacak ise bunun hangi sağlam argümanlarla yapılacağını ya da yapılması gerektiğini AYM Başkanı'ndan dinlesek iyi olurdu.

AYM Başkanı, yargı organlarına tarafsızlık ve bağımsızlık öğütleri verirken de şunu söylüyor:

"Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de Lokman Hekim'in oğluna yönelik tavsiyelerine ilişkin ayette 'Evladım, yaptığın iyilik veya kötülük hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, göklerin veya yerin herhangi bir noktasında bile bulunsa, Allah onu çıkarıp ahirette karşına getirir. Çünkü Allah her şeyi bütün incelikleriyle bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır' denilirken, bir başka yerde de 'Kıyamet gününde öyle doğru, öyle hassas teraziler kurarız ki kimse en küçük bir haksızlığa uğratılmaz. Bir hardal tanesi kadar (hardal tanesi ağırlığında, iyi ya da kötü, basit bir şey) bile olsa yapılanları (her şeyi) getirir tartıya koyarız. Hesap sorucu olarak biz yeteriz' denilmektedir."

Bu iki alıntı da konuşmanın içinde bulunduğu yer bakımından, bir fikri desteklemek için başvurulmuş bir kaynak gibi durmuyor.

Anayasa'ya göre yargı bağımsız ve tarafsız olmalı. Müslüman olsak da olmasak da bu vazgeçilebilecek bir şey değil. Hukuk devleti olmanın olmaz ise olmaz kurallarından biri. Evrensel bir kural.

Hâkimlerin cehennem korkusuyla değil, yasalar ve dünyevi hukuk çerçevesinde kararlar vermesini bekleriz.

Mahkeme Başkanı kendi kişisel hayatında inançlı biri olabilir, bunun kimseye yararı da yok, zararı da yok. Kendi bileceği iş.

Yargıçlardan beklediğimiz, somut delilleri değerlendirerek maddi bir gerçeğe ulaşmalarıdır. Bunu yaparken vicdani kanaati elbette olacaktır ancak bu kanaat, somut deliller ile çelişemez.

Somut delillerden uzaklaşmaya yol açan her kanaat, hükmü zedeler.

Son yıllarda bazı mahkeme kararlarında da İslam dininin kutsal kitabına atıflar yapıldığına tanık oluyoruz.

Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere politikacılar da bunu gerekli gereksiz her yerde yapar oldular.

Bana soracak olurlarsa bir de yüksek mahkeme yargıçlarının konuşmalarında bu yola sapmalarında bir yarar yok.

AYM kararlarının uygulanmamasından tutun da sadece Cumhurbaşkanı'nın kaşı gözü oynadı diye hapislere atılanlara bakıyoruz da bu kutsal sözlerden yapılan alıntıların zaten bir yararının olmadığını da görüyoruz.

Günün birinde öyle bir konuşma yazacak ki hukuk tarihimizde üzerinden on yıllar geçse de etkisini sürdürecek bir yüksek yargıcımız olacak mı diye merak etmiyorum da değil.

Ama o yargıçları seçene bakınca, zor gibi görünüyor.

* * *

Yollarımız burada ayrılıyor!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Mevlidi Nebi haftası nedeniyle konuştu, şunu söyledi:

"Dünya hayatında kendimize örnek aldığımız, izinden gittiğimiz, yoluna hayatımızı adadığımız tek insan Resulullah Efendimizdir. Bizim rehberimiz de önderimiz de uğruna can vereceğimiz maşukumuz da odur."

"Allah duasını kabul etsin" diyorum ancak "can verme" konusunu böyle gündeme getirmesi hoş olmadı, onu söyleyeyim.

Bu konunun siyasete alet edilmesinden rahatsızlığımı da belirtmek istiyorum.

Erdoğan, sonuç itibariyle bir politikacı.

Ve bir demokraside yaşadığımız fikri bizlere bazen bir "yanılsama" gibi gelse de başka politikacıları beğenmek ya da bazı politikacılardan hiç hoşlanmamak hatta üzerinize afiyet bazılarından nefret etmek gibi bir hakkımız var.

AKP Genel Başkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan da bundan muaf değil.

Onu sevmek, izlediği yolu onaylayıp, benimsemek zorunda değiliz.

Onun için Diyanet İşleri'nin düzenlediği bir haftayı açarken böyle konuşması iyi olmadı.

Hazreti Muhammed'i kendisine örnek aldığı ile ilgili sözleri bir gerçeğin ifadesiyse aramızdan bazıları dinden çıkabilir. Peki bunun vebali kimin boynuna?

Çünkü bu ülkenin en az yarısından daha fazlası Erdoğan'ın izlediği yolu onaylamıyor, hatta daha da açık söyleyeyim o yola tamamen karşı.

Şimdi bu durumda haşa huzurdan Resulullah Efendimizin yoluna da mı karşı çıkmış oluyorlar?

Hayır, böyle olmuyor.

Recep Tayyip Bey, kuşkusuz ki kendi inancına göre yaşadığını ve bunun doğrusu olduğunu düşünüyor,  ama bazılarımız da onun yaşamayı tercih ettiği yolun doğru olmadığını düşünüyoruz.

İşte tam da bu nedenle bir politikacının, böyle sözleri söylerken bin kere düşünmesi, iki bin kere de taşınması gerekir.

Din ve peygamber, siyasetin bir konusu ya da kozu haline getirildikçe zarar görür.

Mesela İran'daki Ayetullahların düpedüz faşist rejimi de aynı şeyi iddia ediyor.

Ya da Afganistan'daki taş devri yaratıklarının rejimi.

IŞİD ve El Kaide teröristleri, Suudi Vahabiler, hatta Fetullahçılar bile aynı iddiadalar.

Erdoğan onlarla "aynı menzili maksuda yürüdüğünü" bile düşünmemiş miydi?

Pro Arap olmayan ama kimliklerinin bir parçası olarak Müslümanlığı da kabul edenler, şehirli Türk Müslümanları da aynı iddiayı taşıyor.

Ve yollarımız ayrı, birbirimize tamamen yabancıyız.

Başkalarının izlediği yolun, sırf kendi izlediği yola benzemiyor diye "Resullullah Efendimizin yolu olmadığını" iddia edecek değil her halde.

Bu yetki, seçimle verilmiyor, kimseye devredilemiyor, o yolun doğru olmadığı durumda hesabını sormaya tek bir yetkili var; o da Recep Tayyip Erdoğan değil.