Mülakat: Cihat Arpacık
Kara Harp Okulu’nun mezuniyet töreninde bir grup teğmenin 15 Temmuz’un ardından kaldırılan “28 Şubat yeminini” okuması, gözleri yine silahlı kuvvetlere çevirdi. Subay eğitimi, değişen sistem ve personel temin mekanizmaları yeniden tartışılmaya başlandı. Bu konu üzerine çok uzun süredir çalışan gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu’yla 2016’daki darbe girişiminin ardından ordudaki yeniden organizasyon çabalarının bugüne yansımalarını konuştuk.
DARBE GİRİŞİMİ GECESİ İKİ TÜR DE FACTO İTTİFAK MEKANİZMASI ÇALIŞTI
Siz çok uzun süredir asker-siyaset ilişkileri ve askeri organizasyon üzerine çalışıyorsunuz. 15 Temmuz gecesinin ardından ordunun yeniden organizasyon mecburiyetiyle karşı karşıya kaldık. Darbe girişimi sonrası generallerin de önemli bir kısmı ordudan gönderildi. Hepsinin FETÖ’cü olduğunu varsaymak sanırım doğru değil. Bir yazınızda, TSK’ya hâkim ideolojiye mensup generaller ile FETÖ’nün yolunun o gece nasıl kesiştiğini bir “muamma” olarak nitelendirmiştiniz. Bu muammayı çözebildiniz mi?
Hayır çözebilmiş değilim. Bu muammanın çözülmesi somut bazı bilgi, hatıra ya da itirafların dışa aktarılmasıyla mümkün olabilir. Bugüne kadar böyle bir gelişme olmadı. Bu muamma bir anlamda sürmekte ama ben darbe girişimi gecesi iki tür de facto ittifak mekanizmasının çalıştığı kanaatindeyim. Bunlardan ilki, darbe girişimi karşısında izleyici konumuna çekilip sessiz kalan büyük bir asker grubunun bu yolla ilk saatlerde bir tedbir boşluğuna yol açmaları, velhasıl dolaylı bir destek mekanizması oluşturmalarıydı. Bu grup, esas olarak iktidarın devrilmesini arzu eden, bu anlamda darbe girişiminin nereye gideceğini kestirmeye çalışan, fırsat kollayan ya da oportünist bir tavır içinde olan kimi Kemalist ya da modernist subaylardan oluşuyordu. Ancak buna karşılık yine aynı gece, Fetullahçılar tarafından tasfiye edilmiş başka bir Kemalist legalist subay grubu iktidarla birlikte Fetullahçılara karşı alarma, harekete geçti. Dolayısıyla blok bir yapıdan çok kimi Kemalist grupların biraz ortada kalarak, kısmen izleyerek darbeyi desteklediği ama diğer bir Kemalist grubun darbe karşısında Tayyip Erdoğan’a el uzatarak bir ittifak kurdukları düşüncesindeyim.
Bu bahsettiğiniz ittifakı biraz açabilir miyiz?
Bu ittifakın izini özellikle darbe sonrasına bakarak sürebiliriz. 15 Temmuz askeri müdahale girişimi devleti kurumsal iflas noktasına getirdi. Bu iflasa ilk reaksiyonu veren gruplar, bu darbecilerin hedefi olan, kendisini devletin ve siyasi iktidarın sahibi görenlerdi. Yani muhafazakâr siyasi iktidar ve Gülencilerin hedefi olmuş Kemalist yerleşik dokuydu. Düne kadar çatışma içinde olan bu aktörlerinin artık ortak bir hassasiyeti vardı. Gülen ve Kürt tehdidi karşında, devletin iflas tablosunu, ordunun çökme halini hem kendileri hem ülke için varoluş meselesi görüyorlardı. El ele verdiler. İlerleyen günlerde modernist generaller ve muhafazakâr iktidar arasında enformel ama güçlü bir siyasi ittifak kuruldu. Belki darbe gecesiyle ilgili sorular ve muamma sürüyor ama hemen sonrasında (belki de o gece) oluşan yeni siyasi bir denklem vardı. Ortaya, üçlü ve değişken bir dizi siyasi partner ilişkisi çıktı. Bu ittifak, bir iktidar ve varoluş kavgası içerisinde oluştu.
MİLLÎ SAVUNMA BAKANLIĞI, ASKERİ BİR BAKANLIĞA DÖNÜŞTÜ
15 Temmuz’un ardından yeniden organizasyonun çok hızlı yapıldığına ve bir bakıma ordudaki insicamı bozduğuna yönelik tespitleriniz var. Bu yöntemin bugüne yansıması nasıl oldu?
Askeri darbe girişimine karşı verilen reaksiyon, ani tepkiler, ani tedbirler olarak karşımıza çıktı. Bunlar ince ince düşünülmüş, belli ilkesel hedefler etrafında tasarlanmış hamleler değildi. İki tür hamleden bahsedebiliriz. Önce yasal mevzuat değiştirildi. Komuta mekanizması her yönüyle iktidara bağlandı, askeri teşkilatlanma, askeri finansman, askeri bütçe, silahlanma konusunda ordu özerkliği kaldırıldı. Bunun yanında muvazzaf askerlerin yetiştikleri okullar, harp akademisi, askerin kendi içine dönük alternatif topluluk oluşturduğu yapılar, örneğin askeri hastaneler kapatıldı.
Vesayet düzenini altüst eden bu tedbirler önemsiz değildi. Bunları kimsenin hafife almaması gerekir. Ama yasal düzenlemeler asker-sivil ilişkilerine, yeni bir askeri teşkilata dair temel ilkeleri ve mekanizmalarını tanımlar. İşleyiş ve pratik en az yasal çerçeve kadar kritiktir. Şöyle söyleyelim, bu çerçevenin politik olarak yönetilmesi en az o çerçeve kadar önemlidir. Sorun da zaten burada. Mesela Genelkurmay Başkanlığı çok uzun yıllar sonra tekrar Millî Savunma Bakanlığı’na (MSB) bağlandı. Bu, askeri otoritenin sivil otoriteye tam biatını doğuracak mekanizmalar üretti mi? Ciddi olarak tartışılır. Çünkü MSB iyice askeri bir bakanlık haline döndü. Bakanlığın başına, ordunun, Genelkurmay’ın bir üst askeri kademesiymiş gibi emekli Genelkurmay Başkanları atanıyor. Hulusi Akar kendisine üniforma bile diktirdi. Gittiği birliklerden tekmil aldı. Asker selamı verdi.
“Komutan-bakanlık sanki…”
Aynen. Sadece bakan değil, bakanlığın teşkilatı, genel müdürlükleri, daireleri iyice askerler, yani ordu tarafından yönetilir hale geldi. MSB’nin halkla ilişkiler dairesi, yemin eden teğmenlerle ilgili bir açıklama yaptı. Altında bir tümgeneralin imzası var. Bu nasıl bir sivil yapı oluyor? Sizin de söylediğiniz gibi, ordu askeri bir bakanlık tarafından yönetiliyor. Yasalar iktidara tam biatı öngörüyor ama cumhurbaşkanı-bakan ilişkisiyle sınırlı bir biat mekanizması bu. Bir süre için Tayyip Erdoğan’ın Millî Savunma Bakanı üzerinden orduyu denetlemesi, kontrol etmesi ve kendisine itaat etmesini sağlaması gibi bir tablo ortaya çıkarabilir ama bakanlık haline gelmiş bir komuta merkezi tablosuna da işaret ediyor. Yani sivil görüntülü bu resmin içerisindeki ana çark askeri çarksa, askeri mantık ve askeri zihniyet orada egemense, bu durum, ortadan kaldırılmaya çalışılan askeri özerkliğin yasalara direnme ve varlığını sürdürme ihtimalini bize gösterir. Elbette kesinlikle “böyledir” demiyorum ama masa üstünde duran riskler bunlardır. Velhasıl çok hızlı şekilde birkaç yasal tedbirle asker meselesinin halledileceğini ummak doğru değildir.
SİLAHLI KUVVETLERDE BOŞLUKLAR DOLDURULURKEN DENETİMSİZ, KONTROLSÜZ, SİSTEMSİZ İŞE ALIM YAPILDI
O hızlı tedbirler subay tipolojisini değiştirdi mi?
Bir ciddi mesele de bu. Yasal değişikliklerden sonra ikinci dizi tedbir ordu dokusunu yenilemek oldu. Önce 15 Temmuz’la birlikte orduda büyük bir tasfiye yaşandı. Şüphe duyulan herkes tasfiyeden nasibini aldı. Kimi Fetullahçı olan, kimi olmayan, kimi cemaatin yanından geçmiş olan, kimi “onlardan olabilir” endişesiyle büyük bir asker kitlesi devre dışı bırakıldı. Sadece generallerin yüzde 55’i ihraç edildi. Tasfiye edilen astsubay-subay sayısı, o dönem toplam muvazzafların yarısından fazlaydı. Bu durum, savunma fonksiyonunda bir boşluk oluşturdu. Boşluk ise alelacele dolduruldu.
Darbe girişiminin ardından 10 bin üniversite mezunu sınavlarla, güvenlik soruşturmaları ve mülakatlarla yeni harp okullarına alındı. Altı aylık eğitimle teğmen yapıldılar ve orduya gönderildiler. Bugün muhtemelen yüzbaşı seviyesindeler. Eski eğitim yapısının nasıl bir ideolojik subay kimliği kazandırdığını biliyoruz ve bunu demokratik düzene uygun bulmazdık. Ama bunun yerine kurulacak yapı baştan itibaren planlı, sistemli inşa edilmesi gerekirken, öyle yapılmadı. Boşluğu doldurmak için ilk zamanlar adeta sokaktan toplanan, üniversite diplomasına sahip, askerlik yapmaya meraklı, güvenlik soruşturmasında sakıncalı olmadığı kanıtlananlar, mülakatlarda da muhafazakâr sadakate sahip olduğu varsayılanlar subay yapıldı. Silahı seven, muhtemelen iş konusunda sıkıntı yaşayan bir dizi insan orduda toplandı. Bu çocukların subay kültürüne sahip olduklarını düşünmüyorum. Bu kültür, ideolojik zihniyetin dışında verilen bir kültürdür ve yıllarca okumanın, harp okulları sosyalizasyonun bir parçasıdır. Sonraki yıllarda duruma biraz çeki düzen verildi ama bugün hâlâ subay eğitiminin özü ve askeri kimlik niteliğinin ne olduğu meçhul.
En önemli soru da şu: “Bu askerlerin siyasi eğilimleri, kimlikleri var mı?” Türkiye bu kadar kutuplaşmışken, iktidar-muhalefet kavgası bu kadar sertleşmişken, ordunun eski fonksiyonu belli iken, bu askerlerin muhtemelen siyasi düşünceleri varken, bu siyasi düşüncelerin bir kimlik haline dönüşmediğini düşünmek gerçekçi olmaz. Bir ülkede bir kriz varsa ve herkes siyasallaşmışsa durumu bir masanın üstüne çıkıp izleyemezsin. Siyasete karışmasan da bir yere doğru meyledersin. Türkiye’de bir dizi tartışma var. “Dengeler bozuldu, ordular tarikatlarla doldu, muhafazakârlar orduları işgal etti” gibi söylentiler var. Bunların olduğu yerde, sırf bu söylentiler bile askeri, genç teğmenleri siyasallaşmaya iter.
Bugün silahlı kuvvetlerde boşluklar doldurulurken yaşanan denetimsiz, kontrolsüz, sistemsiz işe alım mekanizmalarının büyük bir sorun ürettiğini ve bu sorunun da çok parçalı eğilimlerden oluşan bir ordu hayata geçirdiği kanaatini taşıyorum. Bu elbette bir hipotez ve bunu test edemem. Ama kimi hipotezler vardır ki durum belli geleneklere tabiyse çok da test edilmeye ihtiyaç duyulmazlar.
Türk Silahlı Kuvvetleri daha Cumhuriyet kurulurken siyasal sistem üzerinde ideolojik denetim görevini yapmakla kendisini yükümlü kabul etmiş, bunu çeşitli anayasal ve yasal maddelerle bir kural haline getirmiş bir yapı. Bu yapı, bu denetim imkânları yetmediği zaman darbeler yapmış, darbeler sonrası denetim imkânlarını yasalar üzerinden biraz daha artırmış, otoriterleşmeyi ayyuka çıkarmıştır. Ayrıca, ülkede orduyu ele geçirip iktidarı gasp etme girişimleri de oldu bu gelenek yanında. Hem kolektif ve kurumsal müdahaleler bakımından hem silahın siyasette kullanılması bakımından bu kadar kuvvetli bir hafızaya ve geleneğe sahipken, son darbeyi birileri beceremeyince ‘ben de ordudaki yasaları değiştirdim, ordunun yarısından fazlasını tasfiye ettim, yerlerine yeni insanlar aldım’ diyerek bir geleneğin ortadan kaldırıldığını düşünemezsiniz.
15 Temmuz’un ardından yeni alınan kadronun özellikle muhafazakâr değerlere sadakatine dikkat edildiğini söylediniz. Ama 2019’da harp okullarına başlayan bir grup asker, kılıçlarını çekerek 28 Şubat’tan kalan yemin metnini okudu. Bu vakayı nereye koymamız gerekiyor?
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, örtülü Gülenciler, büyüyen muhafazakârlar ve ülkücüler yanında, kuvvetli bir legalist ve modernist subay kadrosu hâlâ mevcut. Bu kişiler Fetulahçılar tarafından tümüyle tasfiye edilmediler. Fetullahçılar kritik noktalardaki kurmay subayları ve kritik posttaki adamları tasfiye etti. Orduya katılanlar içinde de modernist-seküler ve kendisine ideolojik görev atfeden eğilimde insanlar var. Son yemini eden teğmenler muhtemelen bu sosyalizasyonun içinden geliyorlar. Kaldı ki, kontrolsüz alınan yeni askerin hepsinin muhafazakârlardan oluştuğunu varsaymak doğru olmaz. Nitekim mülakat komisyonlarının kimlerden oluştuğunu bilmiyoruz. Bunların içerisinde Kemalist subaylar da muhafazakâr subaylar da vardı. Söylemek istediğimi tekrar edeyim: Kontrolsüzlük var, denetimsizlik var; kimlik açısından bir boşluk ve siyasi eğilimler bakımından çok parçalılık var.
ERDOĞAN, İSTEDİĞİ KOMUTA KADEMESİNİ ÜRETTİ
Cumhurbaşkanı kafasındaki orduyu hayata geçiremedi mi?
‘Tayyip Erdoğan istediği orduyu üretti’ demek mümkün değil ama Erdoğan istediği komuta kademesini üretti. Cumhurbaşkanı, şahsi ilişkiler düzeni kurdu. Kurumsal olmayan, şahıs üzerinden bir biat mekanizmasını hayata geçirdi. Güvendiği kişiler üzerinden orduyu denetliyor. Onlar da sadece bir çevreyi kontrol ediyorlar. Onun arkasındaki kademeleri, katmanları bilmiyoruz.
Esas olarak kabul edilen, ordunun siyasi otoriteye tabi olmasıdır. Ama bu, ordunun siyasallaşmasını da beraberinde getirebilir. Bunun dengesi nasıl sağlanmalı?
Ordunun demokratikleşmesi ya da demokratik düzen ordusu haline gelmesinin bir dizi koşulu var. Bu koşullardan bir tanesi biattır. Yani askeri otoritenin siyasi otoriteye her koşulda bağlı ve bağımlı olması, ondan aldığı talimat çerçevesinde görevini yapmasıdır. Silahlı kuvvetlerin fonksiyonu itibarıyla esasen yurt savunması dışında herhangi bir görevi kendi kendine üretemeyecek bir yapıda olmasıdır. Bu birinci koşul. Ama bu koşul tek başına siyasallaşmaya engel değil.
Bunun ve askeri faaliyetin denetlenme mekanizmaları da çok önemlidir ve bu da ikinci koşuldur. Askerin finansal faaliyetlerinin, itaat ilişkisinin, stratejik çalışmalarının ordunun içinden siviller eliyle ve kurumsal olarak denetlenmesi, çok temel bir ilkedir. Bu yapılmadığı sürece ordu, her zaman siyasetin ortasında bir kabadayının meyhanede çektiği silah gibi durur. Denetimin, şimdi bizde olduğu gibi, silahlı kuvvetlerin içinden iktidarın tercih ettiği kişiler tarafından yapılması fiili denetimsizliği ifade eder. Bizde hâlâ esas olan sadece itaat ilişkisidir. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın aradığı şey de şuydu: ‘Bu ordu inanca kapılarını açsın, darbe yapmasın ve bana itaat etsin.’ Bu haliyle sadece bir kişiye bağlılıktan bahsediyoruz. Diğer denetim faaliyetleri tamamen boşta kalıyor.
En kritik ve en uzun süre alacak koşul ise subay kimliğiyle ilgilidir. Bunun temeli ‘demokratik zihniyete sahip subay nasıl yetiştirilir’ sorusunda yatar. Orduda işleyişin esası itaat ve hiyerarşi üzerine kurulur. Toplumda bunun karşılığı eşitlik ve özgürlüktür. Sivil alanda da itaat ve hiyerarşi elbet vardır ancak özgürlük ve eşitlik, itaat ve hiyerarşinin arkasındaki ana gövde halindedir. Üçüncü koşulun yerine gelmesi için bir subayın, bunların ikisini de aynı anda zihninin değişik yerlerinde yaşatmasını sağlayacak bir süreç, eğitim ve bu eğitimin tatbikatı lazım. Tabii bu tek başına bağımsız bir değişken değil. Senin ülken demokratikleşmedikçe, kavgalar, dövüşler devam ettikçe bu işi sağlamak çok kolay değildir. O zaman salt kadro değiştirmekle bu işler olmaz. Darbecinin laiki gider, dindarı gelir. Mesele subayın kendisine toplum üstünde bir görev atfetmemesi ve topluma bakarken itaat ve hiyerarşi gözlüklerini takarak bakmamasıdır.