İliç'te yaşanan insan eseri toprak kaymasının ardından en az konuştuğumuz şey, milyonlarca ton toprağın altında kalan işçilerin akıbeti konusu oldu.
Zaten arama çalışmaları da son derece kısa sürdü, bir yandan yeni toprak kayması riski diğer yandan bu tür durumlarda arama faaliyetlerinin ümitsizliği ile hepimiz bu kayıpları normalleştirdik.
Hatırlıyor musunuz, Afşin Elbistan'daki açık kömür işletmesinde kayan toprak altında kalan 10 işçi hâlâ orada, kayan toprağın altında. "Cinayet" Şubat 2011 tarihinde işlenmişti, aradan 13 tam yıl geçti. Onları unuttuğumuz gibi İliç'te hayatını kaybeden işçileri de unutacağız.
KTÜ'de görevli bilim insanlarının İliç'te yaptıkları çalışma gösterdi ki görevliler, görevlerini zamanında düzgün yapsalar, bu toprak kayması yaşanmazmış.
Prof. Dr. Hakan Ersoy, madende yaptıkları tespiti "Dünyada maksimum 150 metre olan liç yığını burada 257 metre" diye anlatıyor.
Normalin neredeyse iki misline varan yükseklikte yığılan toprak da sonunda bir yolunu bulup kayıyor işte.
Olaydan sonra madeni işleten şirketin bir iki alt düzey yetkilisi ile madende görevli daha alt düzeydeki görevlilerden bazıları tutuklandı.
Daha önceki deneyimlerimizden de biliyoruz ki bir süre sonra tutuksuz olarak yargılanacaklar, büyük olasılıkla da çoğu herhangi bir ceza da almayacak.
Daha üst düzeyde kimse suçlanmayacak, hesap vermeyecek.
Kendisi hatırlıyor mudur bilemiyorum ama o tarihte Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, 20 Mayıs 2014 günü şöyle konuşmuştu:
"Bu ülkenin başbakanı olarak açıkça ifade ediyorum ki, Dicle'nin kenarında kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetim altındadır."
Dicle kenarındaki koyundan sorumlu olan Erdoğan, Fırat kıyısında toprağın altında kaybolan 6 kişiden sorumlu mudur, değil midir?
Murat Kurum, kendi bakanlığı döneminde "uygun" ÇED raporu verilen madenden sorumlu mudur, değil midir?
Enerji Bakanları, maden alanlarındaki faaliyetlerin denetlenmesinden sorumlu mudur, değil midir?
Yaşadıklarımıza bakarsanız bu olaylarda herhangi bir sorumlulukları yokmuş gibi görünüyor; çünkü aralarında istifadan ya da cezai sorumluluktan vazgeçtim, "kusura bakmayın" diyen bir tek kişi bile yok.
Oysa en baştaki yöneticimizden itibaren hepsi bu faciadan müteselsil olarak sorumlu.
Cumhurbaşkanı görevini hakkıyla yapacak bakanları seçebilseydi, bakanlar yetenekli, bilgili genel müdürleri, müdürleri seçselerdi, o müdürler emirlerindeki memurların işlerini doğru yaptıklarını denetleyecek sorumlulukta olsaydı, bu "kaza" olmazdı.
Ama bu tür "kazalar" oluyor, olmaya da devam edecek.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin kurumları artık tel tel dökülüyor.
Dökülüyor çünkü o kurumlarda önemli mevkileri geçtim, sıradan bir şube müdürlüğü bile siyaseten uygun olana tahsis ediliyor, işi bilene, layıkıyla yerine getirecek olana değil.
İmam hatipten mezun olmak, partiden bir kartvizit sahibi olmak, cuma namazlarında boy gösterip, mümkünse bir tarikata kenarından da olsa ilişmek, kamuda görev almak ya da yükselebilmek için "yeterli ve gerekli şart" haline gelmiş durumda.
O kişi o işi hakkıyla yerine getirecek bilgiye, donanıma sahip mi? Bu kimsenin umurunda değil.
Zaten bulundukları makamlara böyle tercihler ile gelmiş kişilerin, işlerini yapmak gibi bir dertleri de yok.
Salla başı al maaşı, kimsenin işine burnunu sokma, çünkü işini iyi yapmamakla suçladığın kişinin torpili, seninkinden büyük birisi olabilir.
Bunların hepsi, siyasetin eseridir, siyasi kararlarla gerçekleşir.
Yönetenlerin siyaseten sorumlu olmadıkları düzenler, totaliter, faşist rejimlerdir.
Türkiye'nin dört nala gittiği istikamet de tam olarak budur.
* * *
Huzuru sağlamak kimin görevi?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne tayin etmek istediği Murat Kurum geçen gün televizyonda bir dedikodu programına katıldı, soruları yanıtlarken şunu söyledi:
"Kadıköy'de gezdiğimizde görüyoruz; Bağdat Caddesi'nde insanlar huzurla dolaşamıyor."
Bir kentin sokaklarında, caddelerinde vatandaşların huzur içinde dolaşabilmelerinden kim sorumludur?
Sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla Kurum, sorumlunun Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunu zannediyor.
Bir ABD kentinden söz ediyor olsaydı, "haklı" derdik. Çünkü orada kentin güvenliğini sağlayacak polis gücü belediye başkanına bağlıdır, ona hesap verir. Vatandaşlar da hesabı belediye başkanından sorar.
Ama Türkiye'de yaşıyoruz ve kentin güvenliğini, vatandaşın huzurunu sağlayacak polis gücü Vali'ye ve Emniyet Müdürü'ne bağlı.
Anayasa değişikliğinden sonra başkanlık sistemine geçtiğimiz için de aslında tek sorumlu Cumhurbaşkanı.
Herkesi o tayin ediyor, ülkeyi tek başına yönetiyor, devlet hiyerarşisinin en başında o var.
Bağdat Caddesi'nde vatandaşlar huzur içinde yürüyemiyorlarsa Cumhurbaşkanı, İstanbul'u kendi adına yönetsinler, vatandaşın huzurunu sağlasınlar diye yanlış adamları seçti demektir.
Görevini yerine getiremeyen Vali ve Emniyet Müdürü'nü de eleştirmek gerekir elbette ama kifayetsiz insanların o görevlere getirilmesi nedeniyle sorumlu tutulması gereken kişi Cumhurbaşkanıdır.
Biliyorsunuz Kurum, politikadan değil, memuriyetten geliyor.
Zaten Erdoğan'ın onu İstanbul'daki seçim için aday göstermesinin nedeni de bu.
Erdoğan'ın aday belirleme sürecinde çözüm bulamadığı ikilemi de buydu: Siyaseten güçlü bir aday gösterip, seçilmesini sağlamak kendisinin gelecek ile ilgili politik hesaplarında sorunlar yaratabilirdi. Siyaseten zayıf bir aday göstermesinin sonucu ise İstanbul'da seçimi bir kez daha kaybetmek olarak ortaya çıkabilir ki Erdoğan da bunu göze aldı.
Ve işte gördüğünüz gibi Kurum öyle bir laf söyledi ki ucunun dokunacağı yer Cumhurbaşkanı'ndan başkası da değil.
* * *
Erdoğan'ın, Kılıçdaroğlu sevgisi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'da son günlerde bir Kemal Kılıçdaroğlu sevgisi ortaya çıktı.
Deniz Baykal, Fetullahçıların kurduğu bir tuzağa düştüğünde Erdoğan tuzağı kimin, neden kurduğuyla hiç ilgilenmemişti, hatırlarsınız.
"Ne özeli, genel bu genel" diye meydanlarda attığı nutuklar hâlâ kulaklarımızda çınlıyor.
Bunu yaparken Baykal'ın istifa ederek, partisinin başından ayrılacağını hiç hesaplamamıştı.
Seçim süreci boyunca tuzağa düşürülen Baykal'ı köşeye sıkıştırabileceğini düşünmüştü ancak Baykal istifa ederek bu hesabı bozdu ve Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan seçildi.
O günden sonra da Erdoğan, konu açıldıkça Baykal'ı savundu, Kılıçdaroğlu'nu "kaset kumpasıyla genel başkanlığı ele geçirmekle" suçladı.
Oysa o tarihte Fetullahçılarla iş tutan kendisinden başkası değildi ve hem bazı MHP'li isimlere hem de Baykal'a yönelik bu belden aşağı operasyonu deyim yerindeyse "ağzının suyu akarak" seyretmiş, sorumluların yakalanması için kılını dahi kıpırdatmamıştı.
Kılıçdaroğlu, Kurultay'daki seçimi de kaybedip yerini Özgür Özel'e bırakınca Erdoğan da bir kez daha "kaybedenin" yanında oldu.
Bu seçim döneminde de konuşmalarındaki konulardan biri de "günah keçisi ilan edilip, yanlızlığa itilen" Kemal Kılıçdaroğlu!
Adana mitinginde de yine sözü oraya getirdi:
"Cumhurbaşkanı adayı olarak milletin önüne çıkardıkları bir zat vardı. Seçimde umduklarını bulamayınca suçu adaylarına yükleyip kendilerini temize çıkardılar. Başkanlarını partiden öyle bir attılar ki neredeyse kedisi Şero'yu bile partiden içeri sokmayacaklar."
O böyle yapınca "kahve dövücüsünün hınk deyicisi" rolünü üstlenen Devlet Bahçeli de geri durmuyor tabii.
O da geçenlerde bir konuşmasında şunu söyledi:
"Görevdeyken muhalefet etmiş olsak da sınıf arkadaşım Sayın Kılıçdaroğlu'nun ahı tutacak, adam edip siyasete taşıdıklarının vefasızlığı bumerang gibi bir gün ters dönecektir."
Gördüğünüz gibi Bahçeli, Erdoğan ile iş yapmaya başladıktan sonra Kılıçdaroğlu'ndan "sayın" diye ilk kez söz etti.
Bu sözlerine bakarak Erdoğan ve Bahçeli için "düşenin dostu" sıfatını kullanabilir miyiz dersiniz?
Böyle konuşmalarının nedeni "düşenin dostu" olmaları mı yoksa "görevden ayrılmak zorunda kalan genel başkan" durumunun onlar için korkulu bir rüya olması mı?
Bana sanki ikincisi gibi geliyor.