Yakın veyâ Ortadoğu olarak bilinen coğrafyada, geçen asrın başlarından beri kesin bir Batı hâkimiyetinin devâm etmekte olduğu âşikârdır. I.Umûmî Harp sonrasında Birleşik Krallık, II.Umûmî Harp sonrasında ise Birleşik Krallık ve ABD berâber, coğrafyanın şekillenmesinde başat rol oynamışlardır. Her iki safhada da ,eğer Fransa’nın çok mahdut olarak dâhil olmasını ihmâl edecek olursak Anglo amerikan ittifak tarafından Kıt’a Avrupası devre dışı bırakılmıştır. II.Umûmî Harp sonrasında kurulan BAAS rejimleri ise ilk defâ olarak Sovyetler Birliği’ni bu kervâna dâhil ettiğini de biliyoruz. Bilhassa yeni kurulan İsrâil ile çatışan Arap dünyâsı, desteği Sovyetler’den alıyorlardı. Ama Sovyetler’in bu coğrafyadaki varlığı ve tesiri son derecede sınırlıydı. Arapların İsrâil karşısında ağır mağlûbiyetler almasından sonra gevşedi. Camp David anlaşması ise bu varlığı sona erdiren süreçlerin başında yer aldı.
Soğuk Savaş sonrasında Angloamerikan blok , Irak’ın işgâlinden Arap Baharı’na kadar devâm eden bir zaman aralığında, İsrâil’in yaşatılması adına direnen Arap rejimlerini tasfiye etti. Araplar İsrâil ile uzlaşmaya zorlandı. Bunda da hayli mesâfe kat edildi. Artık İsrâil için yeni bir düşman ortaya çıktı: İran. Makro ölçekte, Şii-Sünnî ihtilafını merkeze alarak Arap-Fars gerilimi ve çatışmaları teşkilatlandırıldı. Bu sûretle, yâni Fars-Şii tehlikesi korkusuyla Sünnî/Vahâbî Araplar İsrâil ile anlaşmaya icbâr edildi. Bunu taçlandıran gelişmenin o mâhut Abraham anlaşmaları olduğunu biliyoruz. Lâkin Araplar arasında, son derecede yaygın bir coğrafyada Şiî Arap topluluklarının yaşamakta olduğu gerçeği de vardı. İran, Irak’tan Yemen’e, Sûriye’den Lübnan’a bu nüfusları askerî olarak teşkilatlandırarak cevap verdi. Angloamerikan blok açısından bu bir ihmâl miydi; değilse İsrâil’in teopolitik ihtirasla güttüğü yayılmacılığına zemin oluşturacak olan danışıklı bir kurgu muydu? Cevap tercihe bağlıdır. Ama ben doğrusu ikinci seçeneğin vârit olduğunu düşünüyorum.
Küresel olarak bakıldığında, bu gelişmelerin isâbet ettiği, ekonomik/ticârî başka dinamik ve denklemlerin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bu Asya ile Avrupa arasındaki bağlantıları; yâni Yeni İpek ve Baharat Yolu’nu akla getiriyor. Bilhassa da Yeni Baharat Yolu burada çok mühim bir rol oynuyor. İran, tıpkı târihte olduğu gibi, her iki yol için son derecede hayâtî bir mevkiyi tutuyor. İkinci derecede de, Yeni İpek Yolu itibârıyla Türkiye onu tâkip ediyor. Sâdece buradan bakarak, ne için İsrâil’in bu iki devleti hedefe koyduğunu anlayabiliriz.
İran, kendisi açısından son derecede akılcı bir tercihle Çin ve Rusya’ya yakınlaştı. Bununla da iktifa etmedi. Hindistan’a da kapıyı açtı. Çin ile derin bir rekâbeti devam ettiren Hindistan’a, Çin’in Pakistan’daki Gwadar limanına mukâbil Çabahar limanını işâret etti. Gelin görün ki Hindistan-İran yakınlaşması, iki devlet arasında imzâlanan çeşitli anlaşmalara(2001 Tahran Deklarasyonu ve 2003 Yeni Delhi Deklarasyonu) rağmen akâmete uğradı. Hindistan 2005 ‘te nükleer programının BM’ye taşınması oylamasında İran’ın aleyhine oy verdi. Buna ilâveten, Hindistan’ın Batı’yı incitmeme siyâsetlerindeki dalgalanmalar ve Modi’nin kesin İslâm düşmanlığı İran-Hindistan ilişkilerinin önünü tıkayan diğer unsurlar. 7 Ekim sonrasında Hindistan, gövdesiyle berâber İsrâil’in yanında yer aldı. Hindistan’ın önceliğinin Hayfa ve Gazze limanı olduğunu kestirmek zor değil. (Hindistan’ın Yeni İpek Yolu’nun Hazar/Kafkasya kısmında ise Ermenistan’ı desteklemesi, Doğu Akdeniz’de Yunanistan/G.Kıbrıs/İsrâil ittifâkına destek vermesini hatırdan çıkarmamak gerekir).
Rusya’nın coğrafyamıza dahli ikili bir yapıda seyrediyor. Sûriye’de, en azından şimdilik ABD ile çatışmıyor. İsrâil’in mezâlimini ise düşük yoğunluklu çıkışlarla geçiştiriyor. İsrâil ile arasında zımnî bir anlaşma varmış görünüyor. İsrâil, Rusya-Ukrayna savaşında, Rusya da Gazze savaşında sessiz kalıyor. İsrâil’de, hâlâ anavatanlarıyla bağları devâm eden hatırı sayılır bir Rus kökenli Yahudi nüfusunun yaşamakta olduğunu unutmayalım. Hâsılı Rusya, hem Hindistan hem de Çin’i kollayarak pasif bir tavır gösteriyor. İki sorunları var. İlki Sûriye ve Ukrayna’daki müttefiki İran’ı nasıl ve nereye kadar dizginleyeceği. Diğeri ise Ukrayna’da kendisini rahatlatan Türkiye ile İran’ı Sûriye’de uzlaştırmak. Rusya, eğer İsrâil yayılmacılığı yoğun bir Sûriye savaşına dönüşürse bunu Türkiye-İran-Lübnan (Hizbullah) hattıyla durdurmak istiyor.
Çin ise, Abraham anlaşmalarına İran /Suudî Arabistan /Körfez normalleşmesiyle cevap verdi. Dahası Filistinli grupları toplayarak uzlaştırdı. Bunlar Wang Yi’nin çok ustalıklı diplomasi çıkışlarıydı. Ama tesiri mahdut kaldı. Batı’nın buna cevâbı Heniye’nin vahşice katledilmesi oldu.
Angloamerikan dünyâ ise, ister Demokrat bir nazlanma, ister Cumhûriyetçi kışkırtma üzerinden İsrâil’in yanında. Netanyahu, içerideki dalgalanmalara rağmen yanındaki aşırılıkçı ortaklarıyla berâber işi büyütmek ve Yakındoğu üzerinde mutlak bir yayılma stratejisini derinleştiriyor. Demokratların bunu durdurma şansları yok. Trump gelirse zâten yol düzlenmiş olacak. Arap rejimler ise bu senaryoda Abraham ilkelerine sadâkat göstereceklerini açıklıyorlar.
Gâliba esas mesele diğer üç büyüğün, Hindistan, Rusya ve Çin’in bu gelişmelere hangi safhadan sonra hangi tepkiyi vereceğiyle alâkalı. Hindistan safını çoktan belli etti. Savaş Lübnan üzerinden yayılırsa, Rusya ve Çin’in ne yapacağı, şu ana kadarki pasif tavırlarını devâm ettirip ettirmeyecekleri sorusu kilit bir soru. İran da buna göre adım atacak. Eğer düşük profilli siyâsetlerini devâm ettirirlerse, en azından kısa vâdede Angloamerikan blok ve İsrâil istediklerini elde edecek; eğer ağırlıklarını koyarlarsa işler daha da karmaşık bir mâhiyet kazanacaktır. Tâkip edeceğiz…