Demokrasiye geçişin dış politikasını düşünmek

Son zamanlarda takıntılaştırdığım üzere başlığa “…ve ulusal güvenlik politikalarını” diye ekleyerek uzatmak istemedim. Ama “mesele” tam da bu. Dış politikada ve dış politikada demokrasiye geçişte asıl mesele, “milli” meseleler. Güvenlikçi olmadan, milliyetçilik koşulu aramadan, hamasete kaçmadan, boğuntuya getirmeden ulusal çıkarları savunan ulusal güvenlik politikaları önerebilmekte de mesele.

Dış politika ve ulusal güvenlik politikaları yani şu “milli meseleler” doğru yönetilemezse, onları doğru yönetemeyen devletler içten içe çürüyüp, yozlaşıyor. Dolayısıyla, eğer Erdoğan sonrası seçimle işbaşına gelecek cumhurbaşkanı ve onun yönetimi, yeni cumhuriyeti kurmak veya cumhuriyeti yeniden görmek gibi bir işlevi öncelikli ödevi belleyecekse, ulusal güvenlik politikalarında bu amaca uygun değişiklikleri, yenilikleri yapması da kaçınılmaz olacak.   

Raymond Aron tam da De Gaulle’ün Fransa’yı V. cumhuriyete iteceği 1958 yılında Sorbonne’da verdiği bir ders dizisinde “istikrarlı hükümetler de bir devletin/ulusun çöküşüne/çözülüşüne nezaret edebilir” hükmünü veriyor. Fransa IV. cumhuriyetinin (1945-58) kalkınma, büyüme, paylaşım vb. temel tüm göstergelerde bilançosunun gayet olumlu olduğunu anımsatıyor. Ancak o dönemki tek “milli mesele” olan Cezayir bağımsızlık savaşının doğru yönetilemeyişi bağlamında Fransa devletinin teknik olarak “çürümüş, yozlaşmış” olarak tanımlanabileceğini vurguluyor. Oysa benzer dönemde sömürgelerini yitiren diğer “emperyal” devletlerin bu süreci derli, toplu doğal sonucuna götürebildiklerini belirtiyor. 

Buna karşılık İspanya’da 1975’te Franco’nun ölümüyle başlayan demokrasiye geçiş sürecini genç kral Juan Carlos’un da manevi ve perde gerisinden siyasal desteğiyle yürüten başbakan Adolfo Suarez, “özerklikler devleti” olarak adlandırılan yerinden yönetim reformunu gerçekleştirerek Katalan ve Baskları yatıştırmış, Komünist Parti’yi de ödünler karşılığında yasallaştırmış, 1981’de istifasının hemen ardından 17 saat süren başarısız bir darbe girişimine maruz kalmıştı. Ardından ilk seçimde iktidara gelen sosyalistlerse Fransa’da Bask ETA militanlarını “avlayan” GAL gizli örgütünü kurmuştu.

Aynı yıl, 1975’te Portekiz’de Salazar dönemi “karanfil devrimiyle” kapanmıştı. Orada, Portekiz’in sömürgeleri Angola ve Mozambik’te süren bağımsızlık savaşlarında da çarpışan bir grup ilerici subayın katkısı ve öncülüğü sözkonusu devrimin gerçekleşmesine olanak tanımıştı. O subaylar amaçlarını Portekiz’in gerçek bir demokrasi ve Avrupa Birliği üyesi olması olarak açıklıyorlar. (İspanya’da ise demokrasiye geçişi yöneten Suarez’in sumen altında beklettiği NATO üyeliği ancak görevden el çektirildikten sonra imzalanmıştı.)

Geçtiğimiz hafta sonu 50. yılını andığımız başarılı Kıbrıs Barış Harekâtı komşu Yunanistan’daki askeri cuntanın günler içinde devrilmesine yol açmıştı. Yunanistan da 1979’da parlamentosunda onayladığı AB üyeliğine, iki yıl sonra 1981 başında kavuşmuştu. Biz ise malum demokrasiden kaçmalara, AB’den uzaklaşmalara doyamayıp 12 Eylül 1980 darbesini yapmıştık. Bugün kim nerede herhalde ortada.        

Kerterizimizi Fransa örneğinden alacak olursak, ne günümüz Türkiye’sinde ekonominin durumunun II. Dünya Savaşı sonrası Fransa’sındaki denli sağlıklı olduğu, ne başta Irak ve Suriye, süregelen tüm sınırötesi ve denizaşırı harekâtların Cezayir’deki savaşa karşılık geldiği ileri sürülebilir. Bununla birlikte, cumhuriyetin kuruluşundaki model Fransa’nın bir önceki III. cumhuriyeti olduğundan ve “milli meseleler” başlığı altında toplanan dosyalarda sağduyulu çözüm bulma konusunda da dönemin Fransa’sı denli beceriksizce davranıldığından ötürü bu örnek üzerine bence pekala akıl yürütülebilir. Akdeniz hattından Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz’in demokrasiye geçiş süreçlerinden de esinlenilebilir hatta esinlenilmelidir de.  

Bakınız, herhalde gayrıresmi cumhurbaşkanlığı sözcüsü denilebilecek, Abdülkadir Selvi “Özgür Özel’in Kıbrıs, Bosna, Azerbaycan, Filistin gibi milli meselelerde, devletin çıkarları doğrultusunda hareket etmesi sorumlu bir tavır. (…) Milli meselelerde özlenen muhalefet tarzı bu. Muhalefet elbetteki eleştirecek ama söz konusu Türkiye’nin milli çıkarları olunca onu da desteklemeyi bilecek” yorumuyla üst locadan gelen “la” sesini derhal partisyona uyarlama gayretinde. Tıpkı Rusya’da Putin’in göstermelik izin verdiği kadarıyla olduğu gibi burada muhalefetin zinhar kalın çizgilerle belirli çerçevenin dışına çıkmaması uyarısında bulunuyor. (Filistin’le Kıbrıs’ı bir çuvala tıkmak gibi aymazlıklar bir yana.)   

DEVA lideri Ali Babacan ise Murat Sabuncu’ya verdiği söyleşide “Ege’de ve Doğu Akdeniz’de çok ciddi ve çok eski sorunlarımız bulunduğuna” değiniyor. Bu sorunların “teknik olarak karmaşık ve çözümü zor” olduklarını belirtiyor. Eski Dışişleri Bakanı’nın önerisi ise “bu sorunları bir şekilde bir yerde tutmak”; “olumlu gündemle yolumuza devam etmek.” Babacan’a göre “karşılıklı fayda ve kazan kazan ilişkisi en erken (!) 10-15 sonra öyle bir noktaya gelecek ki, dönüp baktığımızda o kenara koyduğumuz sorunları ilişkilerin büyüklüğü yanında daha küçük göreceğiz ve o noktada çözmek de kolaylaşacak.”

Sanırım şöyle bir “akıl tutulması” yaşanıyor: Nasıl ki milliyetçilik sürekli ve bilerek yurtseverlikle örtüştürülüyor, ulusal güvenlik denilince de anlaşılan şu efsunkâr “milli meseleler” oluyor. O “milli meseleler” de benim daha önceleri, özellikle hariciyede nice bürokratın kariyerlerini üzerlerine sözgelimi “kapak açmadan” inşa edip, buldukları gibi elden ele ve giderek nesilden nesile aktardıkları “kutsal emanetler” olarak adlandırdığım dosyalar. Bunların çoğu yıkılış ve kuruluş döneminden miras: Yunanistan, Kıbrıs, “terörle mücadele” (yani içeride Kürt sorunu, dışarıda Irak ve Suriye), Ermeni soykırımı ve artık yeni deniz aşırı serüvenler (Libya, Katar, Somali, Sudan).

Demek ki yeni göreve gelecek cumhurbaşkanının ilk ve en ivedi işlerinden biri eski “kara kaplı kitabı” üzerinde birikmiş tozu bile üflemeden en yakınındaki çöp kutusuna atmak ve ardından taze bir ulusal çıkarlar envanteri ya da kataloguyla birlikte o ana dek bu konularda yürütülen politika ve harekâtların bir bilançosunun çıkarılmasını istemek olmalı. Öyle olmalı ki bir diplomatik ve ekonomik maliyet analizi yapılabilsin. 

Tanımlarda da kavrayış açıklığına gereksinim duyulacak: Mesele, terörle mücadele mi Kürt sorunu mu? “Kürt sorunu” diye bir madde gündeme işlenirse, bunun anlamı terörle mücadeleden kendiliğinde vazgeçmek, bir anlamda havlu atmak mı? Terörle nasıl, örnek olarak illa ki “son terörist öldürülünceye” dek mi mücadele edilmeli? Terör deyince ne anlıyoruz? Yasalardaki terör tanımı AB mevzuatıyla uyumlu hale getirilmeli mi? 

Dilerseniz Yunanistan’a da bakalım. Sorunlar katalogu belli, biliniyor: Ege’deki adalarda karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası, FIR hattı, silahsızlandırılmış statü, Batı Trakya’daki Türkler ve patrikhane (Heybeliada Ruhban Okulu). Son dönemde Mavi Maval ateşiyle ilişkilerin yapayca gerildiği anlarda bile Yunanistan’a tanınan Türkiye’ye kimlikle seyahat gibi ayrıcalıklara ilişmek bu yönetimin dahi aklına gelmedi. Yurttaşlarımız da kapıda haftalık vize alınan on adaya gitmek üzere feribot kuyruklarında.

Demek Babacan’ın önerisi zaten veya kendiliğinden uygulanıyor. Yüzbilmemkaçıncı istikşafi istişareyi de “dostlar alışverişte görsün” yahut “maksat diplomasi turizmi olsun” diye yapıp, karşılıklı bildiğini okumayı sürdürmek. Ama bu “-mış gibi yapmak”, “ipe un sermek”, Kıbrıs örneğindeki gibi “çözümsüzlüğü çözümün kendi varsaymak”, “uzlaşmayı ödün vermek (ödün vermeden nasıl uzlaşılır?) yahut düpedüz ihanet sanmak” bu milli meselelerde hep fabrika ayarı olagelmiş. Ve hep demokrasiye geçiş önündeki başat dış politika takozlarından bunlar. Bu takozları çekmeden o yokuşu tırmanmak bu motor ve bu kasayla olası değil.

Demokrasinin de beslendiği, içinde serpilip yeşerdiği, kökleşip yerleşikleştiği bir saksı, bir habitus, bir plasenta var; kendilerini ülkenin sahibi sanan ve demokrasinin yeminli karşıtı malum mahfiller için de benzeri geçerli. Onları da kanser hücreleri gibi çoğaltan bünyeler belli. Özcesi baskın kavrayış tarzını değiştirmek, cumhuriyeti demokratikleşme yönünde dönüştürmek için zorunlu.

Bu dönüşüm biraz da seçmene kulak tıkayarak yürütülmeli. Bu defa Suriye’den örnek vermek gerekirse seçmenin sığınmacıları toptan “dehlemek” gibi bir önceliği var. Ama aynı seçmenin Türkiye’nin Suriye’nin içindeki askeri varlığını sorguladığı yok. Üstelik Esat’la “ben askerimi geri alayım, sen sığınmacı yurttaşını” temelli bir al-vere girmek bence biricik olası itici etmen. Ancak bu pazarlığı yürütmek ve o pazarlığı pazarlamak için kullanılabilir olsa da işin doğrusu uygulanma olasılığı ya çok düşük ya hiç yok. 

Her durumda, yeni seçilecek başkanın cumhuriyeti demokratikleştirme yönünde ortaya koyacağı iradenin dış politika ve ulusal güvenlik boyutlarını da içermesi gerekecek. O iradeyi ortaya koymak, çözümün de yarısı demek. Sabırla, sağduyuyla, bağırmadan, inci oyası gibi özenle işleyerek ama aynı zamanda hızlı ve tempolu biçimde ve alan ile salon elele o iradeyi uygulamak deneyimli ve birikimli bürokratların işi. Tek taraflı yapılabilecekler, atılabilecek adımlar için de beklemeye gerek yok.