Kıbrıs bir ada mıdır, cennetten parça mıdır?

Türkiye’nin dış politika sorunlarının “ana” kaynaklarından biri kuşkusuz ki Kıbrıs.

Zaten sorunun çözülmesi yolunda Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların ayak diretmesinin en önemli nedeni de bu.

Ve işin ilginci Türkiye’nin ana meselelerinden birinin kaynağı olan bu konunun konuşulmasından bizim memlekette kimse hazzetmez.

Başta da gazeteciler. Doğrusunu isterseniz gazete yönettiğim yıllarda Kıbrıs konulu bir manşet yapmak zorunda kaldığımda ertesi sabah satış raporlarını görmek istemezdim. Çünkü sadece gazeteciler değil, halkımız da bu meseleye mesafelidir.

Geçen gün İsmet Berkan, Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50. yıl dönümü nedeniyle yazdığı makalesinde bu işi “sıkıcı görünmek pahasına” yaptığını vurguluyordu.

Türklerin bu konuyu artık çok sıkıcı buluyor olmalarının nedeni makul ve iki toplumu eşitleyen bir çözümün bulunabileceğine olan inançlarını artık kaybetmiş olmalarıdır.

Sorunun bugünkü boyutuna ulaşmasının nedeni faşist Rumların, “üçüncü dünyacı” Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbeyle devirmeleriydi.

Darbe girişiminin öncesinde de adada Türklere karşı “etnik temizlik” diye tanımlayabileceğimiz tutumları oldu.

1963 Noel’indeki katliamların acı görüntüleri, başkalarını bilmiyorum ama benim çocukluk hafızamdaki tazeliğini hala koruyor. Sabah gazetede yayımlanan o fotoğrafların ailemizde nasıl bir dehşete neden olduğu da.

Samson darbesinin olası sonuçlarının ne olabileceği, 1963 katliamlarından belliydi.

Nitekim harekâtın ilk aşamasının sonunda Rum yönetiminde kalan bölgelerdeki toplu sivil katliamları da bunun kanıtı.

O noktada Ecevit Hükümeti’nin başka bir karar verebilmesi de mümkün değildi, Türkiye’nin askeri müdahalesi bu nedenle yapıldı.

O günden beri 50 yıldır bu sorunun nasıl çözüleceğini konuşuyoruz ama herkesi kızdırma pahasına söyleyeyim, bu sorun çözülmez.

Çözülmez çünkü Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar biliyorlar ki bu sorun bu şekliyle donmuş vaziyette durduğu sürece Türkiye’yi sıkıştırmaları daha kolay.

Çözüme en çok yaklaşılan Annan Planı referandumunda, Rumların “hayır” demelerinin ardında yatan da bu.

Hatırlarsınız, Annan Planı, Türk milliyetçileri ve ulusalcıları açısından “Kıbrıs’ı satan hain plan” olarak görülüyordu.

Ama Kıbrıs’ı, Rumlara satacağı ileri sürülen planı, en başta Rumlar istememişti.

Tuhaf bir çelişkiydi elbette ama bu coğrafyada tuhaflık, normal kabul ediliyor zaten.

Sorunun çözülmeden durması, Türkiye’nin birçok konuda elini kolunu bağlıyor ki bu da Yunanistan açısından “mükemmel pozisyon” sayılıyor.

Akdeniz’in doğusunda ve Kıbrıs çevresindeki doğal gaz yataklarının işletilmesi konusunda Türkiye ve Kıbrıslı Türkleri devre dışı bırakmaya yönelik tutum da bu “mükemmel pozisyondan” gücünü alıyor.

Recep Tayyip Erdoğan’ın ideolojik körlükten kaynaklanan Mısır ve İsrail politikaları da Yunanistan ile Kıbrıslı Rumların çok işine yaradı.

Tarihte ilk kez Mısır ve İsrail, Türkiye – Yunanistan – Kıbrıs meselelerindeki “eşit mesafeyi koruma” politikalarını terk ettiler.

Herkesin bildiği gibi Türkiye, bütün dünyanın Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıdığı devleti tanımıyor. Bizim için onlar “Kıbrıslı Rumlar” ya da “Güney Kıbrıs!"

Türkiye, AB üyelik müzakerelerinin en canlı olduğu günlerde bile bu konuda bir tutum değişikliği yapmadı. Sorun, dondurulup, buzdolabına konmuştu.

Geçen gün Avrupa Birliği Dış İlişkiler Servisi, Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50. Yıl dönümü vesilesiyle yaptığı açıklamada “birleşmiş Kıbrıs için hâlâ ümit var” deniliyordu.

Açıklamayı okurken AB’nin, Kıbrıs sorununun 50 yıldır neden çözülemediği konusunda en küçük bir fikri bile olmadığını düşündüm.

AB’nin açıklamasından bir bölüm: “Yarım yüzyıl sonra sonuçlarına halen şahit olduğumuz 1974’ün trajik olaylarının yıldönümünü anıyoruz. Çok fazla zaman kaybedildi. Bugün bir AB üye ülkesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti bölünmüş olmayı sürdürüyor; bunun her şeyden önce Kıbrıs halkı için geniş kapsamlı etkileri bulunuyor. Zorunlu bir bölünme asla bir çözüm olamaz.”

AB farkında değil ki bugün Kıbrıs’ın “bölünmüş” olmasının en önemli nedeni, AB’nin “bölünmüş Kıbrıs’ı” üye olarak kabul etmesi.

Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, bu statükonun kendi çıkarlarına olduğunun farkındalar ve sonuna kadar kullanıyorlar, kullanmaktan da vazgeçmeyeceklerdir.

Haksızlık etmeyeyim, Kıbrıs’ın birleşememiş olarak kalmasından çıkarı olan çok Türk de var. Hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ta!

Ve onların sesi, bir çözüm aramak isteyenlerden her zaman daha fazla çıkar çünkü bunun da arkasında dev ekonomik çıkarlar vardır.

Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta bu sorunun böylece dondurulmasından çıkarı olan ne kadar kişi, grup, parti vs. varsa, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ta da o kadar vardır!

Eski bir Kıbrıs türküsünde şöyle bir söz var:

“Kıbrıs bir ada mıdır? / Cennetten parça mıdır?”

Yanıtlaması çok da zor olmayan iki soru.

Evet, Kıbrıs hem bir adadır hem de cennetten bir parçadır.

Şanssızlığı Rumlar ile Türklerin o koca adada bir arada yaşamayı becerememiş olmasıdır.

***

Kedileri, köpekleri kim yarattı?

Memleketimizin siyasal İslamcıları, Yunus Emre’nin “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”sözlerini pek severler.

Erdoğan bir ara neredeyse her gün bu sözü tekrarlama gereğini duyuyordu.

Bunun nedeni aslında bu arkadaşların içleri ile dışlarının bir olmamasıdır.

Ne kadar çok söylersem o kadar inandırıcı olurum diye düşündükleri için olsa gerek.

İçlerinde sevgi filan yoktur ama bunu söyleyemezler.

Aslında kendileri gibi olanlardan başka herkese düşman ve yabancı gözüyle bakarlar; iddia ettikleri gibi “sevgi dolu” filan da değillerdir.

Sokak hayvanlarını toplayıp, bir odada topluca boğazlama fikrinin akıllarından bir türlü çıkamıyor olmasının nedeni de budur.

Hayatlarında bir tek kez olsun, bir karşılık beklemeden bir canlıyı sevmenin ne demek olduğunu deneyimlememişlerdir.

Onun için o ıssız kalpleriyle, ömür boyu sıkıntı çekerek yaşarlar; çektikleri bu sıkıntıyı da sonradan uydurdukları dini gerekçelerle rasyonalize etmeye çalışırlar.

Zaten bu işten bir “Müslüman kardeşimizin” ciddi olarak sebeplenecek olması da bunun bir parçasıdır.

Kedileri, köpekleri topluca öldürmek için gereken ilaçları ithal edecek ya da üretecek bir Siyasal İslamcı biraderimiz şimdiden bellidir; o da cüzdanını hazırlıyor, kârı kimle, nasıl paylaşması gerektiğini biliyordur.

Onların dünyasında hayat böyle ilerliyor çünkü.

Siyasal İslam’ın içinde sevgiye yer olmayan bu doğasının sonuçlarını dünyanın değişik yerlerinde, bu tiplerle bir arada yaşamak zorunda kalan insanlar çok çekti.

İran’da, Afganistan’da, Bangladeş’te, Pakistan’da, IŞİD’in işgal ettiği topraklarda, Boko Haramcıların Nijerya’sında yaşananları tekrar anlatmama gerek yok.

Oralarda yaşayan kendi halinde Müslümanların çektiklerinin bir benzeri, bizim memleketimizde kedilerin, köpeklerin başına gelecek.

Kedi, köpek ölülerinin sayısal çokluğunda zafer arayacaklar.

Bir türlü kurtulamadıkları aşağılık komplekslerini, kedi, köpek öldürerek tatmin edecekler.

“İktidar bizde” diye tebessüm edecekler; istediğimizi hapse attık, istediğimizi de öldürüyoruz diyerek!

Dükkanının kapısına ters çevirdiği sandalyeyi koyup “Cuma’ya” giden, kapısının önüne kediler, köpekler içsin diye su koyan, mama veren Müslümanlar bir kalp sızısıyla izleyecekler bütün bu olacakları.

En büyük travmanın şahit olduğun haksızlığa itiraz etmemek olduğunu içten içe hissederek.