Türkiye’nin son yıllarda hukuk alanında yaşadığı faciaları görünce, bu kötü talihimiz sanki hiç değişmeyecekmiş gibi bir karamsarlığa kapılıyorum.
Gerçekten nasıl bir talihimiz varmış ki bu topraklarda yaşayan insanların umutlarını yok eden, genç kuşakların ülkeyle olan bağlarını zayıflatan, Türkiye’nin ekonomik imkanlarının önünü kapatan, ‘resmi ideolojiye tehdit’ safsatalarıyla özgürlüklere kelepçe takan hukuk facialarını iktidar dahil herkes görüyor, biliyor ama kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Hiçbir rasyonel düşünceyle ve de evrensel hukuk normlarıyla örtüşmeyen bu hukuk sistemiyle, dünyanın bize gerçekten güveneceğine inanıyor muyuz, yoksa sadece kendimizi aldatarak teselli bulmaya mı çalışıyoruz, doğrusu anlamak mümkün değil.
Son yıllarda, toplumda adalete olan güven o kadar çökmüş durumda ki özellikle toplumsal vicdanı ilgilendiren kritik davalarda kimse yargının bağımsız ve tarafsız bir şekilde karar vereceğine inanmıyor. Bu konuda en yeni örnek, Sinan Ateş davasıdır. Ülkü Ocakları eski başkanı Ateş’in Ankara’nın göbeğinde katledilmesi ile ilgili bütün detaylar, siyasi bağlantılar herkes tarafından bilindiği halde, dava sadece torbacı bir tetikçi üzerinden yürüyor. Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in ifadesiyle “bu tiyatro”ya hepimizin inanması isteniyor.
Yine biliyoruz ki son yıllarda ülkemizde cirit atan kara para tüccarlarının, mafyatik yapıların etrafından dolaşmayı tercih eden hukuk, ne hikmetse konuşan, yazan gazetecilere ve hiçbir kanıtlanmış suçu olmamasına rağmen iş insanı Osman Kavala’ya “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni ortadan kaldırmaya teşebbüs"gerekçesiyle ağırlaştırılmış müebbet cezası verebiliyor.
Aynı şekilde hukuksuzluk bir gelenek haline getirildiği için, seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyımlar atanarak millet iradesi yok sayılmaya devam ediliyor.
Türkiye’nin hukuktan ekonomiye, eğitimden dış politikaya kadar her alanda adeta çaresizlik yaşadığı şu günlerde, acilen bağımsız ve tarafsız işleyen bir yargıya şiddetle ihtiyacı olduğu kesin. Eğer iktidar önyargılarından kurtulup, özellikle ‘hukukun üstünülğü’ne dayalı yeni politikalar üretemezse, ekonomide verimliliğe dayalı bir büyüme modeline geçmesi de toplumun adalete olan güvenini yeniden tesis etmesi de asla mümkün olmayacaktır.
Bu konuda uzun süredir sessiz duran TÜSİAD’n şu günlerde ciddi uyarıları var. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Ömer Aras, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de katıldığı toplantıda yaptığı konuşmada, güçlü ve dayanıklı bir ekonomi, toplum ve ülke yaratmak için yapmamız gerekenleri dört ana başlıkta topladı: 1. Hukukun üstünlüğü, 2. Eğitim ve liyakat, 3. Teknoloji üretmek ve inovasyon, 4. Verimlilik ve ihracata dayalı ekonomik büyüme modeli.
Aras’ın değerlendirmesinde ilk sırada hukukun üstünlüğü yer alıyor. WJP (World Justice Project) Hukukun Üstünlüğü endeksine göre Türkiye’nin dünyadaki yeri her geçen gün geriliyor. Bu gerileme rekabet gücümüzü zedeliyor.
“TÜSİAD olarak hep söylediğimiz bir şey var: güçlü ve dayanıklı kurumlar inşa etmeli, kurumların bağımsızlığını güçlendirmeliyiz. Bunun için de öncelikle güvenilir bir hukuk devleti gerekiyor. Hukuk devletinde, kurallılık ve belirlilik egemendir.
Hukukun üstünlüğü siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamın her alanında öngörülebilirlik sağlar. Öngörülebilirliğin olmadığı, keyfi uygulamalara karşı etkili mekanizmaların işlemediği bir yerde anayasada ve yeminlerde yer alsa dahi, hukukun üstünlüğü kâğıt üzerinde kalır.”
Evet TÜSİAD’ın da çok net bir şekilde ortaya koyduğu gibi Türkiye’nin verimliliğe dayalı rasyonel bir ekonomik model oluşturabilmesi için de liyakati esas alan modern bir eğitim sistemi inşa edebilmesi için de öncelikle ‘hukukun üstünlüğü’ne dayalı bir hukuk devletine ihtiyacı var.
Ama ne yazık ki AK Parti iktidarı, şeklen bütün bunları kabul ediyormuş gibi görünse de esas itibariyle popülist özellikleri baskın olan otoriter bir sisteme inanmaktadır.
Bu konuda Fransız siyaset tarihçisi Pierre Rosanvallon’un şu tespitleri sanki Türkiye için söylenmiş gibidir: “Popülist rejimlerin en karateristik özelliklerinden biri, özellikle bağımsız kurumların rolünü azaltarak, hatta onları ortadan kaldırarak kutuplaşmış bir demokrasi tesis etmeyi amaçlayan değişiklikleri, çoğunluk oyuyla onaylatmaya dayanır. Böylelikle sandıktan çıkan halk iktidarının mutlak üstünlüğü adına anayasa mahkemeleri de tekrar düzenlenip yeni rejime sadık hakimlerle dolduruluyor.” (Popülizm Yüzyılı, s.170, Kırmızı Kedi)
When I see the disasters that Turkey has experienced in the field of law in recent years, I feel pessimistic as if this bad luck of ours will never change.
How lucky we are that everyone, including the government, sees and knows about the legal disasters that destroy the hopes of the people living in these lands, weaken the ties of the young generations with the country, block Turkey's economic opportunities, and shackle freedoms with the nonsense of "threat to the official ideology", but no one does a thing.
It is impossible to understand whether we truly believe that the world will trust us with this legal system that does not conform to any rational thought or universal legal norms, or whether we are simply trying to find solace by deceiving ourselves.
In recent years, public trust in justice has collapsed so much that no one believes that the judiciary will make independent and impartial decisions, especially in critical cases that concern the social conscience. The most recent example of this is the Sinan Ateş case. Although everyone knows all the details and political connections regarding the murder of former Ülkü Ocakları chairman Ateş in the heart of Ankara, the case is being carried out solely through a drug dealer. In the words of Sinan Ateş’s wife Ayşe Ateş, we are all asked to believe in “this theater.”
We also know that in recent years, the law, which has preferred to go around the black money dealers and mafia structures that have been running rampant in our country, can for some reason give an aggravated life sentence to journalists who speak and write, and to businessman Osman Kavala, despite his lack of any proven crime, on the grounds of "attempting to overthrow the Government of the Republic of Turkey".
Likewise, since lawlessness has become a tradition, the will of the people continues to be ignored by appointing trustees in place of elected mayors.
In these days when Turkey is experiencing desperation in every field from law to economy, from education to foreign policy, it is certain that it urgently needs an independent and impartial judiciary. If the government cannot get rid of its prejudices and produce new policies, especially based on the 'rule of law', it will never be possible for the economy to switch to a growth model based on efficiency or to re-establish society's trust in justice.
TÜSİAD, which has been silent on this issue for a long time, has serious warnings these days. TÜSİAD High Advisory Council (YİK) Chairman Ömer Aras, in his speech at the meeting attended by Treasury and Finance Minister Mehmet Şimşek, listed what we need to do to create a strong and durable economy, society and country under four main headings: 1. Rule of law, 2. Education and merit, 3. Technology production and innovation, 4. Economic growth model based on productivity and exports.
Level's assessment is that the rule of law comes first. According to the WJP (World Justice Project) Rule of Law index, Turkey's place in the world is declining day by day. This decline is damaging our competitive power.
“As TÜSİAD, we always say something: we must build strong and durable institutions and strengthen the independence of institutions. For this, first of all, a reliable state of law is required. In a state of law, regularity and certainty prevail.
The rule of law provides predictability in all areas of political, social and economic life. In a place where there is no predictability and no effective mechanisms against arbitrary practices, the rule of law remains on paper, even if it is included in the constitution and oaths.”
Yes, as TÜSİAD has clearly stated, in order for Turkey to create a rational economic model based on efficiency and to build a modern education system based on merit, it first needs a state of law based on the 'rule of law'.
But unfortunately, although the AK Party government seems to accept all of this in appearance, it essentially believes in an authoritarian system with dominant populist features.
On this issue, the following observations of French political historian Pierre Rosanvallon seem to have been made for Turkey: “One of the most characteristic features of populist regimes is that they are based on approving changes aimed at establishing a polarized democracy, especially by reducing the role of independent institutions or even eliminating them, with a majority vote. Thus, in the name of the absolute superiority of the people's power emerging from the ballot box, the constitutional courts are also being reorganized and filled with judges loyal to the new regime.” (Populism Century, p. 170, Kırmızı Kedi)