Sinan Ateş cinayeti ve ardından gelen soruşturma ve yargılama süreci gösterdi ki Recep Tayyip Erdoğan’ın yönettiği ülkede bir gizli örgüt, gizlenmesine bile gerek kalmadan faaliyetlerini sürdürebiliyor.
Öyle bir gizli örgüt ki organize bir şekilde cinayet işletebiliyor.
Cinayetin işlenmesi için devletin polisini kullanabiliyor.
Katillerin kanundan kaçabilmesi için devlet içindeki gücünü kullanabiliyor.
Sırtını siyasete dayamış bir gizli örgüt bu.
Cinayet sonrasında katillerin kaçırılması ve izlerinin silinmesi için legal bir parti adına kayıtlı aracı kullanmakta tereddüt dahi etmiyor.
Çünkü daha o aşamada biliyor ki bu ortaya çıksa bile devleti yönetmek sorumluluğunu verdiğimiz insanların kılı bile kıpırdamayacak.
Maktulün takip edilerek yerinin bulunması talimatını veren örgüt yöneticilerinden birinin kim olduğunu herkes biliyor, ama polis de savcı da ifadesini bile almaya gerek görmüyor.
İfadesi bile alınmadığı için sanık da değil.
Oturduğu koltuktan çetesini rahatça yönetmeye devam edebiliyor. Bu kadar fütursuz olmasının nedeni de aynı: Devleti yöneten kişilerin, bu işe burunlarını sokmak istemeyeceğini, verdiği emirle işlenen suçun cezasız kalacağını biliyor.
İşlenen cinayet, “ben bir suç örgütünün eseriyim” diye adeta bağırıyor.
Birileri, maktulün “ipini çekmeye” karar veriyor. Kaç kişi olduklarını bilmiyoruz, bizim gibi devleti yönetenler de bilmiyorlar.
Biliyorlarsa da bunu gizledikleri için işlenen cinayette suç ortağı pozisyonundalar.
Örgütün tepe yönetimi “ipi çekmeye” karar verince örgüt içinden birilerini görevlendiriyorlar.
Görevlendirilenler, görevin gereğini tereddütsüz yerine getiriyorlar.
Biliyorlar ki devleti yönetenlerin gizli – açık koruması altında olacaklar.
Suç işlemeye çekinmeyen silahlı gizli örgüt aynı zamanda polis içinde de bağlantıları olan bir örgüt.
Kanunlara göre değil, örgüt yöneticilerinden aldıkları emirle hareket eden polisler var.
Cinayete karışanların sayısı belli ama kim bilir daha kaç tanesi başka cinayetleri işlemeye hazır olarak polis teşkilatının içinde, kimse bilmiyor.
Bir sanık hakkındaki tutuklama için sahte tutanak tutan polis bile var içlerinde.
Onlar da kendilerinden emin.
Nitekim bu süreç içinde güya en bağımsız ve tarafsız olması gereken hâkim, bu sahte tutanağın neden tutulmuş olabileceğini merak etmiyor, “konuyla alakası yok” diye geçiştiriyor.
Hâkim de biliyor ki bu cinayeti gerektiği gibi yargılayacak olursa başına iş açılır.
O kadar fütursuzlar ki cinayeti organize eden kişiyi kullandığı evde saklayıp, tutuklamaya gelen polisleri “siz gidin sahibiniz gelsin” diye köpek yerine koyan birisi var, cinayetten sonra gayet pişkin bir şekilde özel harekât polislerini “teftişe” bile gidebiliyor.
Bu polis teşkilatı içinde yönetici konumda olan birilerinin de örgütün bir parçası olduğunu gösteriyor.
Örgütün eli kolu o kadar uzun ki cinayeti doğru dürüst soruşturmaya çabalayan savcıları, bir günde oradan oraya tayin ettirebiliyorlar. Tutuklu sanıklar, ifadelerini alan savcıları “akıllı ol” diye uyarma cesaretine de sahip çünkü biliyorlar ki örgüt, o savcıları o makamdan uçurabilecek güce de sahip.
Ve örgüt o kadar cesaretlendirilmiş ki cinayetin neden kasten eksik soruşturulduğunun peşindeki gazetecileri alenen tehdit edebiliyor.
Canı isterse o gazetecileri dövdürebileceğini, hatta öldürtebileceğini ve başına bu yüzden bir iş gelmeyeceğini de biliyor.
Böyle bir gizli örgütün at koşturduğu ülkeyi Recep Tayyip Erdoğan yönetiyor.
Gerçekten yönetebiliyor mu? Yoksa gücü artık bu örgüte yetmiyor mu?
Gücünün yetmemesi bir sorun, gücü yetiyor da sesini çıkarmıyorsa ayrı bir sorun.
Haftaya bugün, yine bizzat Cumhurbaşkanı tarafından kollanan bir başka çetenin darbe girişiminin yıldönümünde şehit düşenleri anacağız.
Devlet içinde örgütlenmiş bir çetenin neler yapabileceğinin, başımıza ne çoraplar örebileceğinin çok açık bir örneğini yaşayalı sadece 8 yıl oldu.
Fetullahçı çete, tıpkı bugün serbestçe at koşturan, cinayet işleyen, gazeteci tehdit eden gizli örgüt gibi gemi azıya aldığında, 14 Haziran 2012 günü Hürriyet’te şöyle yazmıştım:
“Bu gizli örgüt, devletin kurumları içinde örgütlenmiş. Bazı devlet memurları, kendilerine yasaların tanıdığı bazı olanakları, bu örgütün amacı için kullanmaya korkmuyorlar, çekinmiyorlar. Onların bu korkusuzluğundan hepimizin korkması gerekiyor. Başta da iktidar partisi mensuplarının!”
O vakit uyarılarımızı dinlememişlerdi, bugün de o günlerden hiç ders çıkarmamış gibi davranıyorlar.
Mehmet Y. Yılmaz'ın 14 Haziran 2012'de Hürriyet'te yayımlanan köşe yazısı
* * *
Dünyanın en güvenilmez milleti biz miyiz?
İstanbul Havaalanı
Türk Sivil Havacılık Kanunu’nda değişiklik yapılarak havalimanlarındaki güvenlik tedbirlerinin yeniden düzenlendiği ile ilgili haberi görünce heyecanlanmıştım, ama boşunaymış: Türkiye’de yaşadığımı bir an için unutuvermişim.
Meğerse “yenilik” havalimanlarında eşyalarımızın da artık serbestçe aranabilmesi için yapılmış. Gerisi eski tas, eski hamam.
Uçak yolcuları için “güvenlik kâbusunun” en yoğun hissedildiği yer sanırım ABD havaalanları. Paranoyaya varan bir prosedür yerine getirilerek aranıyorsunuz. Ama sadece bir kere! O aramadan geçip yolcu salonuna girdikten sonra bir daha kimse sizi ellemeye kalkmıyor, ABD’de bile! Türkiye’de ise önce otomobille terminal bölgesine girerken aranma olasılığı var.
Durduracakları araçları neye göre seçiyorlar bilmiyorum ama havaalanlarının “nizamiyelerinde” polisin bazı otomobilleri durdurup aradığını, kimlik kontrolü yaptığını görüyorum.
İstanbul Havalimanının daha girişinde özellikle sabah saatlerinde bu yüzden uzun araç kuyrukları oluşuyor. Çünkü Havalimanı “nizamiyesinde”, arama yapmak için şerit azaltılıyor, kuyruklar uzuyor. Bilmiyorum havalimanının nizamiyelerinde yapılan bu aramalarda kaç suçlu ele geçirildi.
Eğer böyle yakalanan birileri varsa onlara “dünyanın en aptal suçlusu” ödülü de verilmeli, göz göre göre yakalandıkları için.
İkinci dalga arama terminalin giriş kapısında yapılıyor.
Terminal binasına girerken herkes aranıyor. Bilgisayarlar, kemerler, tokalar, ceketler, paltolar çıkıyor, bavullar makineden geçiyor.
Sonra uçağa binmek için bekleme salonuna geçerken aynı aramadan bir daha geçiyorsunuz. İki arama noktası arasındaki mesafe küçük havaalanlarımızda on metre bile değil üstelik.
Neden bütün dünya havaalanlarında yolcuların bir kere aranması yeterli oluyorken, bizde üç dalga halinde arama – tarama yapılıyor?
Sebebini bilene 10 puan vereceğim. Çoktan seçmeli yanıtlar aşağıda:
A – İlk aramayı yapanlar dalgacı, iyi arayamıyorlar, bombalar filan gözden kaçıyor.
B – Terminal binasına gizlice silah, bomba sokma olanağı var. Yolcular uçağa binmeden önce bunları kolayca temin edebiliyorlar.
C – Yolcuları ellemek güvenlik personelinin çok hoşuna gidiyor, hepsi bunu yapabilsin diye iki kere aranıyorsunuz.
D – Birisi zamanında öyle bir emir verdi, değiştirmek, sorgulamak kimsenin aklına gelmiyor!
E – Türk olmak kolay değil, kamu yönetiminin vatandaşın halini hiç önemsemiyor olması da bu kimliğin olmaz ise olmaz bir parçası.