Bak şu konuşana!

Kayseri ve Kuzey Suriye’de yaşanan olaylar vesilesiyle Erdoğan rejiminin dış politikasını eleştiren CHP’ye yanıt AKP’den ya da Saray’dan değil Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi.

“İddialar, herhangi bir analitik nitelik taşımıyor” denilen açıklamada “siyasi rant uğruna gerçeklerin çarpıtıldığı” ve “ideolojik bağnazlığa dayalı ithamlarda bulunulduğu” iddia ediliyor.

Hızını alamıyor ve ana muhalefet partisini “bölgemize nüfuz etmeye çalışan egemen güçlerin vekilleri hâline gelmekle” suçluyor.

Açıklamayı kim yazdı bilmiyoruz ama hafızası zayıf bir karakter olmalı.

Böyle tiplerin Dışişleri Bakanlığı gibi bir kariyer kurumuna doldurulması da bu dönemin özelliklerinden biri.

Bu arkadaşın hafızası kadar bilgisi de zayıf, çünkü Suriye sorununun ne zaman, hangi niyetlerle başladığını da bilmiyor.

Suriye’nin bir bataklığa dönüşmesi ve bundan en büyük zararı gören ülkelerden birinin de Türkiye olması tam da bu memurun sözünü ettiği türden bir “ideolojik bağnazlığa” dayanıyor.

Onunla da bitmiyor, “bölgemize nüfuz etmeye çalışan egemen güçlerin” oyuncağı olmaktan da kaynaklanıyor.

Kendi bilemediğini çalıştığı bakanlıkta tecrübeli birilerine hatta o dönemde aktif görevde olan emeklilerine sormuş olsaydı, Türkiye’yi Suriye’deki ateşin üzerine benzin dökmeye teşvik eden “egemen gücün” Obama yönetimindeki ABD olduğunu kendisine anlatırlardı.

İdeolojik bağnazlığa gelince: Suriye konusunda Erdoğan ve Davutoğlu’ndan daha iyi iki örnek bulunamazdı zaten.

Osmanlıcı hayaller ve mezhepçi rüyalar görüp, Türkiye’nin başına bu sorunu dert edenler bu ikiliden başkası değildi.

Obama yönetimindeki ABD, onların bu ideolojik körlüklerinden yararlandı.

Bugün ABD’nin bölge ile ilgili hangi planı varsa o gün de aynı plan yürürlükteydi.

ABD’nin bölge ile ilgili planlarının hepsinin merkezinde İsrail’in güvenliği meselesi vardır.

ABD için Suriye’de rejimin çökmesi bir taşla iki kuş anlamına gelecekti:

Birinci kuş, İsrail’in güvenliği ile ilgilidir. Bölgede Mısır gibi, Suudi Arabistan gibi rahatça kontrol edilemeyen, İran ile neredeyse iç içe olan Esad rejimi, İsrail için her zaman bir tehdit olarak görüldü.

Bugünkü parçalanmış, iç savaşla tükenmiş Suriye, artık böyle bir tehdit değil.

İkinci kuş, Rusya’nın Akdeniz’deki tek müttefikini ve tek askeri üssünü elimine etmekti.

Esad, Rusya’ya dayanarak iktidarını sağlamlaştırınca bu plan tutmadı.

Bir de “üçüncü kuş” var. İkinci Irak savaşından beri hep elde olan ama uygulanması çok da kolay olmayan bir plan bu: Bölgede mümkünse birleşik, mümkün değilse ayrı ayrı Kürt devletleri oluşturmak.

Bu planın da bir ucu “İsrail’in güvenliği” temeline dayanıyor.

Ancak bu plan Türkiye gibi önemli bir müttefik varken kolayca uygulanabilecek bir plan değildi.

Planın bir yönüyle uygulanabilmesinin fırsatını da IŞİD yarattı.

Ahmet Davutoğlu ve Recep Tayyip Erdoğan o gün de yine ideolojik körlükleriyle IŞİD’in nasıl bir soruna yol açacağını göremediler.

Zamanın Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 7 Ağustos 2014 günü NTV canlı yayınında şunu söylemişti:

“IŞİD dediğimiz yapı, radikal, terörize gibi bir yapı olarak görülebilir ama katılanlar arasında Türkler, Araplar, Kürtler vardır. Oradaki yapı, daha önceki hoşnutsuzluklar, öfkeler, dışlanmalar, hakaretler bir anda büyük bir cephede geniş bir reaksiyon doğurdu.”

Obama yönetiminin IŞİD ile mücadele için PKK’nın Suriye kolu olan YPG’yi kullanma kararı vermesi ve YPG’yi silahlandırması, Türkiye’nin başlangıçta IŞİD ile mücadelede gönülsüz görünmesinden kaynaklandı.

Gerçi daha sonra IŞİD ile savaşan tek düzenli ordu da Türk ordusu oldu ama artık vazo kırılmıştı.

Şu anda Erdoğan yönetiminin Suriye’ye yanaşma kararının gerisinde de arkasına ABD’yi almış PKK – YPG’nin bölgede devletleşme yolunda adımlar atmasından başka bir şey değil.

Olayların bu yönde gelişebileceğinin ilk işareti ise daha Suriye’deki karışıklıklar bir iç savaşa dönüşmeden önce verilmişti.

Esad rejimi, sınırımızdaki askeri varlığını kurşun atmadan PKK – YPG’ye devrettiğinde, idari binalara YPG bayrakları asıldığında, gelecekte o sınırda neler olabileceğini anlamak ve ona göre davranmak Erdoğan hükümetinin göreviydi.

İdeolojik körlükleri nedeniyle günümüzdeki gelişmelerin tohumlarının nasıl atıldığını göremediler.

Sonunda varabildiğimiz yer belli: 3 milyondan fazla Suriyeli göçmen, eğitip donattığımız ve Suriye ile barışırsak ne yapacağımızı bilemediğimiz eli silahlı, başı bozuk bir ordu, artık kendi ülkesini tek başına koruma imkanını kaybetmiş bir komşu ve sınırda ABD himayesinde bir PKK devletçiği.

Dışişleri’ndeki memur bir daha düşünsün:

“İdeolojik bağnazlıkla bölgemize nüfuz etmeye çalışan egemen güçlerin vekilleri” kimdir?

* * *

Halkı kin ve düşmanlığa tahrik

Savcılarımızın son yıllarda en çok sevdiği suçlama Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesi.

Bu madde, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, halkın bir kesimini aşağılama ve halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama suçlarını cezalandırmayı hedefliyor.

Muhalif fikirleri cezalandırabilmek, muhalif kişiler üzerinde baskı yaratabilmek için çok elverişli bir madde bu.

Suçun oluşması için “yakın ve açık tehlike” şartı da gerekiyor ancak savcılar bunu pek umursamıyor.

Yandaş Türkiye Gazetesi’nin manşetinde bir haber yayınlandı. Özel olarak kurgulanmış, belli bir hedefi gerçekleştirmeye matuf bir haberdi bu.

Gazetenin manşeti şöyleydi: Gazze’de masumları öldürmeye gittiler – 4 Bin Katil Türkiyeli!

Gazetenin iddiasına göre Türk Yahudilerden 4 bin kişi, soykırımda İsrail ordusuna yardım etmek için Gazze’ye gitmişti ve cinayetlere katılmıştı.

Haberin kaynağı belli değildi.

İddiaya göre Türkiye’den İsrail’e bu amaçla gidenlerin sayısı gönüllü ve geri hizmetlilerle birlikte 10 bin kişiyi aşıyordu.

Türkiye’nin Yahudi nüfusu 20 bin kişi civarında olduğunu biliyoruz.

Küçücük bir cemaatin neredeyse yarısı adam öldürmeye Gazze’ye gitmiş, kimsenin haberi yok! Ama Türkiye gazetesinin muhabiri bunu keşfetmiş!

Haberin niyeti çok açık: Türkiyeli Yahudileri hedef haline getirmek.

Tam da TCK 216’nın 1. Fıkrasına uyuyor:

“Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Azdırılmış güruhların kahvehane bastığı, adam dövmeye kalktığı bir ülkede, bu tahrikin ne sonuçlar verebileceğini tahmin etmek de zor değil.

Haber yayımlanalı bir hafta oluyor.

Savcıların nasıl bir işlem yapacağını görmek için bekledim, “tık” yok!

Oysa mesela şarkıcı Gülşen’i bu suçlamayla hapse atmakta tereddüt etmemişlerdi. Ortada tehlikeye atılmış kimse olmadığı halde!

Cumhurbaşkanı’nı, İçişleri Bakanı’nı, Adalet Bakanı’nı uyarıyorum: Beslemeleriniz ateşle oynuyor, farkında mısınız?