İçinde bulunduğumuz dünya her geçen gün ivmesi artan bir kaotik duruma doğru hızla ilerliyor gibi. Uzun yıllar dünyanın kaos ve kriz bölgeleri Ortadoğu’ya mahsus gibiydi. Rusya-Ukrayna Savaşı şimdiye kadar bütün sorunları dışarıda karşılayan ve birbirleriyle savaştığında bile savaş sahası olarak Ortadoğu’yu seçen Batı Dünyası için unutmaya yüz tutmuş olduğu savaş gerçeğini tekrar evinin içinde hissetmesini sağladı. Rusya’nın bu savaş dolayısıyla aradığı ittifaklar içinde zaten bir tehdit olarak algılanmakta olan Çin ve şimdi Kuzey Kore ile yaptığı ittifaklar Avrupa’nın 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren büyük bir itinayla kurmakta olduğu Birlik içinde güç, güvenlik ve refah dünyasının ciddi bir tehdit algılamasına yol açmış durumda.
AB’ye yönelik ciddi hoşnutsuzluklar oluyordu zaten üye ülkelerin her birinde. Her ekonomik krizin, yaşanan her sorunun faili olarak ilk olağan şüpheli AB süreci olarak işaretleniyordu hemen. Aşırı sağ partiler bu amaçla yaşanan her krizi bir fırsata çevirmekten hiç geri durmuyorlardı. Ancak bu tehdidin bütün Avrupa’da bu ölçekte paylaşılan bir algıya dönüşmesi sözkonusu olmuyordu. Çünkü bir yandan da Birlik sürecinin Avrupa halklarına sunduğu ekonomik avantajlar, sorumluluğu AB sürecine yüklenen olumsuzluklardan çok daha fazla hissediliyordu.
Ancak COVID 19 salgınıyla başlayan ve Rusya-Ukrayna savaşının sonuçlarıyla devam eden ekonomik kriz beklenebileceği gibi iktidarlara yönelik ciddi hoşnutsuzluklar oluşturmaya başladı. Üstüne bir de İsrail’in Gazze halkına yönelik soykırımcı savaşında hükümetlerin İsrail’i destekleyen tutumlarına karşı gelişen protestolar da eklenince Avrupa Parlamentosu Seçimlerinde aşırı sağ oylarda bir patlama yaşanması büyük bir sürpriz olmamıştır.
6-9 Haziran’da AB üyesi 27 ülkede 720 sandalyeyi Avrupa Parlamentosu’nun yeni üyelerini belirlemek için gerçekleşen seçimlerde ilk dikkate değer şey yüzde katılımın yüzde 48 seviyesinde kalması, yani önceki seçimde yüzde 54,5 olarak kaydedilen katılıma nazaran yüzde 6,5’lik bir azalmayla gerçekleşmiş olması.
Bu katılım düzeyi elbette aşırı sağın yükselişinin tamamını karşılayabilecek bir rakam değil, ama muhtemelen iktidardaki sol veya merkez sağ partilere yönelik hoşnutsuzlukların başka türlü bir ifade biçimi olarak görülebilir. Neticede sandığa gitmeyenlerin oyları da sayılıyor ve bir etkide bulunuyor bu sistemde.
Bütün Avrupa’da bir büyük dalga olarak yaşanan aşırı sağın bu yükselişine karşı ilk cevap Fransa’dan geldi. Fransa Cumhurbaşkanı, Ulusal Meclisi feshederek önümüzdeki ay yaşanacak bir erken genel seçimin önünü açmış oldu. Bu adımları başka ülkelerdeki adımların da izlemesi kaçınılmaz gibi. Ama Sarkozy’nin aldığı bu kararla bir bakıma aşırı sağın yükselişine karşı bir güven tazeleme fırsatı bulup belki bu dalgayı tersine çevirebileceği yönünde bir beklentisi olduğu da söylenebilir. Ancak bu tür meydan okumaların tam tersi sonucu doğurmaları, hele yükselen sağın bütün Avrupa’da yakalamış olduğu bu rüzgâra karşı kazanma şansı neredeyse yok gibi.
İkinci bir husus yine iktidardaki merkez sol veya sağ partilerin oylarındaki düşüşlerde İsrail’e destek veren politikalara karşı bir tepkinin de rahatlıkla görülebilmesi. Genellikle göçmen karşıtlığıyla da temayüz eden aşırı sağ oylarının içinde hükümetlerini İsrail’e destek politikalarında eleştiren ve verdikleri destek dolayısıyla tepki gösteren bir kesimin bulunması gerçekten ilginç bir durum oluşturuyor. Oy verdikleri partilerin İsrail ile araları hiç de kötü değil, hatta açıkça destekleyenleri bile var ama bazı mitinglerinde Filistin bayraklarının açıldığı görülebiliyor. Tam bir zihin karmaşası orada da var yani. Bu durum ortaya çıkan seçim sonuçlarının Avrupa Birliği’nin bütün politikalarına yönelik eleştirel konumların enteresan bir karışımını oluşturuyor ve tabii ki yükselen sağa giden oyların bir kararlılığının olmadığını gösteren işaretlerden biri.
Aslında Rusya-Ukrayna savaşının ardından aşırı sağ eğilimlerin azalacağına dair bir beklenti vardı. Çünkü bu partilerin Rusya ile bağlantılı olduğu ve Avrupa halkında onlara karşı bir tepkinin oluşacağı düşünülüyordu. Rusya karşıtı popüler tepki ve düşmanlığın daha güçlü olduğu Macaristan, Fransa, İsveç, Almanya, İtalya ve Hollanda’daki seçim sonuçları aşırı sağ partilerin liderliğiyle sonuçlandı.
Tabii Avrupa ölçeğinde aşırı sağın yükselişinin ilk anda akla getirebileceği soru, AB’nin de ciddi bir paradoksunu oluşturuyor. Bir ülkenin aşırı sağı ile hemen komşusu başka ülkenin aşırı sağı birbirleriyle bir dayanışma içinde değiller. Hatta doğaldır ki birbirlerine de diş biliyorlardır. Zaten aşarı sağ hareketin veya söylemin varlık sebebi ötekine karşı tahammülsüzlük. Bu durumun göçmen karşıtı olmayı ve göçmen politikalarını nasıl etkileyeceğini bir yana bırakın AB’yi nereye götüreceği daha şimdiden bir muammaya dönmüş durumda.
Tabii aynı Avrupa’nın şimdiye kadar gücüne ve bütün avantajlarına dayanak oluşturmuş olduğu çokkültürlülük, demokrasi, insan hakları gibi değerlerinin aşırı sağa karşı koyma yolunda kaçınılmaz olarak başvurulacak bir popülizme iyice çiğnetilmesi de kaçınılmaz gibi görünüyor. Bu değerler Gazze meselesinde de Müslümanlarla genel ilişkilerde de belki yeterince çiğnenmiş olsa da bu sefer bir de kendi içinde gözden çıkarılmış oluyor gibi.
Belki bir ihtimal yükselen sağın başa geçmesiyle birlikte gerçeklerle yüzleşmesi ve aşırılıklarının törpülenmesi olabilir ki, İtalya’da Meloni’nin iktidara geldikten sonra AB içinde önceden ifade ettiği Rusya’ya yakın eğilimlerden uzaklaşması ve NATO’ya karşı sorumluluklarını hatırlayarak pragmatik bir çizgiye geçmiş olması bunun bir örneği olarak görülüyor, ama bu pragmatizmin sonuçta kime ne faydası oluyor, o da ayrı hesap.
Açıkça görünen şu ki, dünyamız her geçen gün daha kaotik bir hal almaya doğru gidiyor ve demokratik süreçler bir çözüm oluşturmak yerine işin içinden daha fazla çıkılmaz hale getiriyor.