BRICS Üyeliğinin Dayanılmaz Ağırlığı

Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in 2006 yılında kurdukları, Güney Afrika’nın 2011 yılında katıldığı BRICS, bu yılın başında Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de katılımıyla 10 üyeli bir grup haline geldi. Şimdilik BRICS+ olarak anılan bu birlikteliğin cazibesine son kapılan ülkenin de Türkiye olduğu anlaşılıyor.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın geçtiğimiz hafta başında yaptığı Çin ziyareti sırasında Çin’in Türkiye’yi BRICS’e üye olmaya davet etmesi ve Sayın Fidan’ın da bu konuyu “değerlendirdiklerini” ifade etmesi[1]  tartışmayı gündemin üst sıralarına taşıdı. Türkiye 11 Haziran tarihinde Moskova’da yapılacak BRICS+ Dışişleri Bakanları toplantısına katılma kararı aldı. Türkiye’nin Moskova’da yapılan zirvede hemen üye olması beklenmese de bu oluşuma ilgi göstermesi Çin ve Rusya’yı memnun etti, cesaretlendirici ve davetkâr açıklamaların yapılmasına yol açtı. Peki, Türkiye BRICS üyesi olmalı mı olmamalı mı? Olursa veya olmazsa, ne kazanır ne kaybeder?

Türkiye’nin üye olması teorik olarak grubun jeopolitik etkisini ve ekonomik çeşitliliğini arttırabilecek olsa da, bazı faktörler Türkiye’nin üyeliğinin BRICS’in stratejik hedefleri ile uyumlu olup olmayacağı konusunda akla bir çok sorunun gelmesine yol açıyor. Türkiye’nin stratejik hedeflerinin de BRICS üyesi olmakla ne kadar uyumlu olabileceği sorusu da madalyonun diğer yüzünde yer alıyor.

Ekonomik Eşitsizlikler

BRICS’in temel güçlerinden biri üyeleri arasındaki göreli ekonomik tamamlayıcılık. Örneğin Çin ve Hindistan ekonomileri, Brezilya ve Güney Afrika’nın ekonomilerine kıyasla çok daha büyük ve dinamik. Yüksek volatilite, kronik cari açıklar ve son zamanlarda enflasyonla yaptığı güçlü mücadele ile tanınan Türkiye ekonomisinin, mevcut BRICS üyelerinin ekonomik profilleriyle ne denli uyum sağlayabileceği bir çok ekonomi uzmanının aklını kurcalıyor. Hatta, Türkiye’nin dahil edilmesinin, ek ekonomik istikrarsızlık getirebileceğinden ve grubun birleşik bir ekonomik oluşum yaratma çabalarını zorlaştırabileceğinden dahi söz ediliyor.

Jeopolitik bakış

Uluslararası ilişkiler çalışanlarının gözünden kaçmayan bir konu da BRICS’in kısmen de olsa Batı’nın küresel kurumlardaki hâkimiyetine karşı bir denge unsuru olarak faaliyet göstermekte olduğu gerçeği. Kurucu ilk dört ülke BRICS’in gelişmekte olan ülkelerin uluslararası konularda daha çok söz sahibi olmasını hedeflediklerini baştan beri dile getirmekte. Grup içinde biraz daha yönlendirici bir konum sahibi olduğunu gizlemeyen Çin için aslında BRICS “küresel güney”in temsilcisi. Bu açıdan bakıldığında, batılı gözlemciler Çin’in bu oluşum üzerinden özellikle Afrika’da gücünü ve nüfuzunu büyütmeye çalıştığını ileri sürüyorlar. Kimi gözlemciler ise, Rusya’nın da BRICS içinde kendine göre bazı stratejik hedefleri olduğunu, grubu Batı’ya karşı verdiği mücadelenin bir parçası olarak gördüğünü, Ukrayna’yı işgalinden sonra karşılaştığı yaptırımları aşmak için BRICS’ten yararlanmaya çalıştığını belirtiyorlar.

Türkiye’nin jeopolitik duruşu ise önemli farklılıklar gösteriyor. Türkiye bir yandan Batı politikalarına uyum sağlamak, diğer yandan ise kendi bölgesel hedeflerini ortaya koymak gibi ulusal dış politikasını BRICS ülkelerinden farklı bir eksene oturtan bir aktör. Örneğin, NATO üyesi olan Türkiye’nin dış politika hedefleri BRICS’in iki kilit üyesi olan Rusya ve Çin ile sık sık çatışabiliyor. Bu durumun ileride Türkiye’nin BRICS üyesi olması halinde grup içinde anlaşmazlıklara yol açabileceğini şimdiden öngörebilmek gerekiyor. Hele İran’ın da bu gruba üyeliğinin kabul edilmesinden sonra, Türkiye’nin konumunu belki de daha dikkatli bir şekilde değerlendirmesi büyük önem taşıyor. Elbette, Türkiye gibi bir NATO üyesinin BRICS’e katılması, Batı karşısında farklı bir konumlanma peşinde olan Çin, Rusya ve İran açısından paha biçilmez bir kazanım olarak görülebilecek.

Yönetişim

BRICS ülkeleri yönetişim modellerinde çeşitlilik gösterseler de ekonomik büyümeyi ve uluslararası etkilerini hissedilir kılmak için siyasi istikrarı sürdürme konusunda ortak bir çıkarı paylaşıyorlar. Lakin, temel evrensel değerler konusunda Batı ile aralarında derin ayrılıklar olduğunu da unutmamak gerekiyor. Türkiye’nin, bir yandan AB üyeliği için çabalar, demokrasi ve insan hakları uygulamalarına yönelik tartışmalı bir yaklaşımı olduğu ileri sürülerek bu konuda eleştirilirken, BRICS ülkelerinin yanında yer almakla kendini bu tartışma ve eleştirilerden kurtarabilme konusunda ne kadar ikna edici olacağı büyük bir soru işareti oluşturuyor.

Bölgesel etkiler

BRICS hâlihazırda üyeler arasındaki ekonomik eşitsizlikler ve farklı ulusal çıkarlar gibi iç sorunlarla boğuşmakta. Türkiye’nin de eklenmesi grubun yeni sorunlarla karşılaşabileceği anlamına geliyor. Mevcut BRICS ülkeleri coğrafi ve kültürel olarak çeşitlilik gösterse de ekonomik işbirliği, kalkınma finansmanı ve küresel kurumların reformu gibi birçok kilit konuda ortak bir zemin bulmayı başarmışlardır. Türkiye’nin ise farklı stratejik öncelikleri ve bölgesel hedefleri olduğu unutulmamalıdır. Örneğin, Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere bölgesel çatışmalara müdahil olması, Yunanistan ve Kıbrıs gibi her an gerginlik ve tırmanma potansiyeli taşıyan ilişkileri, BRICS’in geleneksel olarak kaçındığı ve taraf olmamaya çalıştığı konularda Türkiye’yi desteklemek için farklı bir yaklaşım içine girmesine imkan verebilecek midir? BRICS odak noktasını büyük ölçüde ekonomik kalkınma ve çok taraflı işbirliği üzerinde yoğunlaştırmış, bölgesel çatışmalara karışmaktan kaçınmıştır. Türkiye’nin üyeliği bu grubu istemeden Orta Doğu jeopolitiğinin içine çekebilir. Böyle bir gelişmeyi üye ülkelerin ne şekilde taşıyabilecekleri de bugün için cevabı net olmayan bir sorudur.

Sonuç olarak…

Türkiye’nin BRICS’e olası katılımı bazı ekonomik ve stratejik avantajlar getirebilecek olsa da, böyle bir hareketle ilişkili risklerin ve zorlukların faydalarından daha ağır basıyor gibi göründüğünü yadsıyamayız. Dolayısıyla, Türkiye’nin BRICS ülkeleriyle ne şekilde bir ilişki içinde olacağını ve bu beraberlikten neler bekleyeceğini gerçekçi bir yaklaşımla belirlemesi gerekir. Türkiye’nin, her çoklu yapılanmaya ilgi göstermesi doğal karşılanmalıdır zira uluslararası ilişkileri açısından önemli bir aktör olan ülkemizin kendini bir çok kurumla ilişkilendirmesi hem bölgesel hem küresel konumu açısından bir gerekliliktir. Ancak  bu tür adımlar atılırken stratejik bir vizyonla hareket etmek de ulusal sorumluluğun gereğidir.