Türkiye siyasi bakımdan içine kapalı bir ülkedir. Kendi sorunları ve kendi dertlerinden öte konularla, (savaş, Türk ve veya Müslümana zulüm halleri dışında) dünya meseleleriyle pek ilgilenmez. Türkiye’de yaşananlar ile dünya sathında olup biten arasındaki benzerlik ve etkileşimleri de önemsemez.
Aksi halde bu ay başında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri sonuçları en azından basında günlerce tartışılırdı.
Bu seçimler, malum, Avrupa’da bir kez daha, aşırı sağın, milliyetçi-tek kültürcü hareketlerin, radikal partilerin yükselişine tanıklık etti.
Gelişme tedrici. Aşırı akımlar her seçimde güçlerini biraz daha arttırıyor. İtalya’da birinci parti oldular, Fransa’da Macron’un partisini, merkez sağı ezip geçtiler, Almanya’da Sosyalist Parti’nin gücüne eriştiler.
Milliyetçi-bekacı siyasetiyle, kişi kültüyle, otoriter anayasal dokusuyla Türkiye, Batı’nın tersi bir siyasi seyir izlemiyor. Farklı biçimlerde ve dozlarda da olsa iki yaka arasındaki paralellik açık.
Paralellik liberalizme duyulan tepkide karşımıza çıkıyor.
Türkiye’de siyasi kültürün temel taşlarından birini oluşturur bu tepki. Ülkemiz sağı ve soluyla, siyasi liberalizmi, kökü dışarıda olmakla, değer yabancılaşmasıyla, kapitalist, emperyalist düzenle özdeş görür, tehlikeli bulur.
Batı’da gelişmeler de açık bir şekilde, hem globalleşmenin hem liberal değerlerin yaşadığı krize işaret ediyor.
Avrupa’da çok-kültürlü toplum anlayışı, kurumsal-kolektif siyasi işleyiş, aşağıdan yukarıya çalışan toplum-siyaset ilişkileri iki dünya arası döneminden beri gördüğü en ciddi, en büyük krizlerden birini yaşıyor. Avrupa Birliği’nde Macaristan, Polonya gibi örnekler demokratik standartları yerle bir ediyor. İtalya şaşırtıyor. Macron’la şahıs siyasetini iyice derinleştiren Fransa’da, aşırı sağcı Le Pen’in yükselişi korkutucu boyutlara ulaşmış durumda.
Avrupa’nın tarihi bir tür liberalizmin, liberal değerlerin tarihidir.
Peki neden bu kriz, bu krizler?
İki dünya savaşı arası bunalım; 1929 büyük ekonomik krizi, savaş sonrası toplumun Almanya, İtalya ve Balkanlarda sürüklendiği güvensizlik ve kargaşa hali, bunun bireysel-özgürlükçü değerlere karşı yarattığı inançsızlık, temsili demokrasinin güçsüz siyasi iktidarla eş anlam taşımasıyla baş göstermiş, faşizmlere ve savaşa kapı açmıştı.
Ekonomik, sosyal, siyasi liberal değerlerin eşanlı krizi diyelim…
Bugün olan nedir?
Bugün de birbirine bağlı, birbirini etkileyen, 90-100 yıl önce olduğu ekonomik, toplumsal ve siyasi alanı eş anlı bir kriz silsilesidir.
Bu bakımdan birbirini kuşatan dört gelişme öne çıkıyor.
Ekonomik globalleşmenin ve krizlerin bireysel, sınıfsal, bölgesel eşitsizlikleri arttırması…
İslami dünya ile Batı’nın karşılaşmasından doğan, mülteci akını, şiddet hareketleri tahrik olan kültürel gerilimler, onların ürettiği içe kapanma hali, bu çerçevede milli devlet milliyetçiliğinin, tek kültürlü toplum talebinin, yeni bir milliyetçilik türünün yükselmesi…
Global ve uluslar üstü kurum, karar ve politikalar karşısında millilik ve milli egemenlik talebi…
Siyasette kurumsal olanın artan oranda şahsi olana dönüşmesiyle yaşanan siyasi erozyon…
Artık kritik sorular şunlardır: Bu gidişin önü nasıl alınır? Tüm bunların panzehiri nedir?
Panzehir; kurumları siyaseti yeniden inşa eden, eşitsizlikleri gideren, kültür savaşına son vermenin yollarını bulan, özgürlük-hak düzenini doğru yönetebilen, adil kaynak dağıtan, insanı merkez alan siyasettir.
Aslında, yukarıda saydığımız dört faktör arasına, beşinci olarak, körelmiş siyaseti, merkezin siyaset krizini de eklemek gerekir.
Prof. Bayart, şöyle diyor, Avrupa parlamentosu seçimleri sonrası yazısında:
Prensi çocuk olan şehrin vay haline: Macron cumhuriyetçi hükümetin solunu ve sağını metodik olarak yok ederek, aşarı sağın hükümetini ele geçirmesini mümkün kılıyor. Aracı kurumları sistematik olarak zayıflatarak bunu kolaylaştırıyor.
Türkiye’yle paralel okuma bu açıdan da mümkün.
Alternatif siyaset üretmeden, alternatif gelişme beklenemez.