Hayır, “normalleşme” lafının gırtlağından el sokup iç organlarını dışa çıkarır, derisini içeride bırakır sûrette tersyüz edilmesinden hareketle laf oyunu yapmak değil niyetim; bugünlerde moda olduğu üzre. Daha geniş, daha büyük, daha yüksek, daha derin normalliğe işaret etmeye çalışacağım. İçinde memnun mesut yaşadığımız.
Dilerseniz, dilerseniz diye başlayalım. Çünkü ne zaman biri başkalarına “dilerseniz” derse, kendi bildiğini okumasına öbürlerinin engel olamayacağını belirtir. Sahnede olan odur, mikrofon elindedir, sözkonusu olan zaten TV yayınıdır, vs… Bendeniz de şu köşeyazarınızın yazdığı, sizlerin de okuduğu ilişki içerisinde bildiğimi okuma iktidarına sahibim. İster istemez. Köşeyazarını bu makama oturtan sizsiniz, değerli okurlar. Dolayısıyla, ben bildiğimi, sizse yazdığımı okuyabileceksiniz şu koşullarda.
Ha, okurken veyahut okuduktan sonra anama avradıma, dinime imanıma ağzınıza geleni söyleme şansınız var şüphesiz. Fakat bunların gazeteye mail veyahut sosyal medyadan sallama aracıyla bendenize ulaşması halinde yapabileceği tesir de maalesef yine sizin de benim de parçası olduğumuz cemiyetimizin güzellikleri sayesinde pek cılız kalacaktır. Zira umuma açık yerde, yazılı, sözlü veyahut akan görüntüler veyahut müzik veya her ikisi birden eşliğinde fikir ve hele itiraz şu bu beyan eden kimseler kendilerine ana avrat sövülmesine, onurlarının üzerinde tepinilmesine, hiç düşünmedikleri fikirler veya yapmadıkları eylemlerle damgalanmaya, dahası, bütün hayatlarının inkâr edilmesine ve başka incitici, yaralayıcı, felç edici taarruzlara hedef olmaya zamanla mecburen alışır, dönemsel krizlerini acılı bireysel tedavi yöntemleriyle geride bırakır, şerbetli hale gelirler. Fakat o şerbet de pek acıdır ve bağırsak bozar, baş dönmesi, mide bulantısı, halsizlik, isteksizlik yaratır, uyku uyutmaz, rahat huzur vermez, bıktırır, bıktırır… Yine de bazı tesirleri önler.
Evet, dilerseniz şuradan başlayalım: “Kürt meselesi”, Türkiye’de vatandaşın asıl değer kabul edildiği, devletinse onun insan onuruna yaraşır, huzurlu ve müreffeh yaşam sürmesini sağlamakla görevli organizasyon sayıldığı bir medeniyet seviyesine ulaşmamızın önündeki en büyük engeldir. Evet, Kürtlerin bu devlet rejimi içerisinde gördüğü muamele sahici bir konudur, bunu “mesele” haline getirense bir devlet zihniyetidir. Ve bu zihniyet yalnız Kürtlerin o muamele yüzünden bedbaht olmasına yolaçmakla kalmaz, Türk çoğunluğun da insan haysiyetine yaraşır toplumsal hayat sürmesini imkânsızlaştırır. Çünkü bu kavrayış, istisnasız bütün toplumsal faaliyetleri ve bütün bireyleri, devlet çekirdeğinin enerjisine, salınımına, hareketlerine tâbi “millî güç”ün unsurları sayar. Bırakın özgürlük kavramını, kimse özerk bile değildir. Doğrudan “millî güvenliğe” değmeyen konularda çeşitli bağımsızlık alanlarına tahammül edilebilir, o kadar. Ancak doğrudan millî güvenliğe dokunmayan konu öylesine azdır ki, merkezî otoriteden veya onun bizzat şekillendirdiği ve denetlediği çoğunluk tahakkümünden bağımsız düşünmek bile kolay yeşerebilecek şey değildir. Toprak izin vermez. Zira, orada yetişen herkes bilir ki, bugün millî güvenliğe dokunmuyor diye müsamaha edilen düşünce veya davranış günün birinde bir anda tam da bekâ sorunuyla sıcak temas halinde sayılabilir ve dün tanınmış özerkliği tatmaya kalkmış olmak dahi yarının kayda değer suçları arasında yeralabilir.
Dilerseniz şimdi de kayyım meselesine girelim. Yani lafın gelişi. Yoksa, giremeyiz tabiî. Anca dışından bakabiliriz. Zira biz vatandaşız. Seçimde oy verebilir, birini değil ötekini seçebiliriz, fakat iktidarın merkezindekiler, devlet gücünü kullanabilenler seçtiğimizi beğenmeyebilirler. O zaman onu alaşağı ederler, münasip görürlerse bir kenara, başka türlüsünü münasip görürlerse hapse atarlar.
Hakkari Belediye Başkanı seçilen Mehmet Sıddık Akış’ın on yıllık davada alelacele mahkûm edilişi ve apartopar başka şehirdeki cezaevine götürülüşü, ama bunlardan da önce görevden alınarak yerine kayyım atanması, öncelikle, seçime girip vatandaşın oylarıyla seçilen bir vatandaşın hakkının gasp edilmesidir. İki kere iki, dört. Sadece bu işlem değil, bunun yürütülüş tarzı başlıbaşına hakaretâmizdir. İki kere dört, sekiz. Ve tabiî onu seçen vatandaşların da sadece haklarının gasp edilmesi değil, düpedüz azarlanması, horlanması, kenara itilmesidir. Etti on altı. Bunlardan bile önemlisi: Mehmet Sıddık Akış’ı seçen vatandaşlara şöyle denmiştir: Siz aslî vatandaş değilsiniz; yaşadığınız yerde eksikli gedikli de olsa demokratik cumhuriyet kuralları değil olağanüstü hal kuralları geçerlidir; ayrıca size saygı veya nezaket göstermek zorunda da değiliz.
Şimdi, muhterem okurlar, dileseniz de dilemeseniz de dikkatinizi çekmek isterim ki, kabul etmemiz beklenen “normal”dir bu. Sosyal medyanın insan haysiyetini ve bilincini inkârdan başka şeye yaramayan kötü alışkanlıklarından biri olan “şaşırdık mı?”nın gerçek yüzü bu normallerden meydana gelir.
Bendeniz, tek bir “Kürt siyaseti” tanımlanmasına, eşitlik, adalet, insan hakları ve ana dilde eğitim gibi daha geniş haklar, daha geniş yerinden yönetim yetkileri talep eden herkesin tornadan çıkma tek düşünce ve siyasete tâbi kılınması mecburiyetine itirazı olanlardanım. Bugüne kadar oluşmuş, yerleşmiş, neredeyse kendi kurumlarını yaratmış akımlar, hareketler, yapılar kadar, yeni oluşacak eğilimleri, düşünceleri, eylem anlayışlarını, farklılıkları, zenginlikleri besleyebilecek bir kültürel-siyasî birikimin varolduğuna -ve daha sağlıklı olduğuna- inanıyorum. Buna karşılık, kendi evrenini yaratabilmiş ana akım güçlü yapıların farklılıklardan hoşlanmamasını, herkesi kendi çatısı altında tutmak istemesini bütün siyasetin değilse de iktidar mücadelesinin doğal tezahürleri olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Fakat farklı farklı “Kürt siyasetleri”nin, birbirleriyle de çekişerek, topluca Kürtlerin haklarını geliştirme mücadelesi yapabilecekleri ortam mümkün müdür, diye sorarsanız, “mümkündür” cevabı veremem. Zira bütün gayretini bunu imkânsızlaştırma üzerine kurmuş birilerinin elinde, merkezî iktidar. Üstelik, birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır görünen -zaman zaman da sahiden sarılmış- birtakım yerleşik güçler arasındaki denge nasıl değişirse değişsin, devlet kudretini yoğurabilen, sevk ve idare edebilen merkezdeki irade, dilerseniz kozmik bişeyler, dilerseniz Teşkilatı Mahsusa, fakat kesinlikle derin değil de aslî veya asıl devlet, bu konudaki politikayı aynen sürdürüyor. “Ama terör, ama terör!” diye en çok bağıranların en tutkulu destekçisi oldukları bu politikayı şöyle özetleyebiliriz: “Burada benim borum öter, itirazı olan dağa çıksın!” Yani bu bayağı sahtekârca bir politikadır, hoyratlığının, gayriinsanîliğinin yanısıra. Zira cümlenin devamı da vardır: “…dağa çıksın ki kan dökülsün.” Kan devlet idaresinde çok işe yarar, biliyorsunuz.
Kontrol odasındaki şalterlerin, düğmelerin başına kim geçerse geçsin değişmeyen bu politika, toplumun -tesadüfe bakın ki yine bıraksanız birbirinin gırtlağına sarılacakmış gibi yaşayan!- geniş kesimlerince normal sayılageldi.
Yani şunu daha kısa, daha net nasıl anlatsam diye debeleniyorum…ve debelendikçe aklıma hep Ankara Gar Katliamı geliyor. Suruç’taki görece ufak kostümlü provanın üstüne, genişleterek asıl sahnede uygulamaya koydukları “ikaz ve tedbir operasyonu”. Kürtlerin hak mücadelesini ülkenin başka yerlerinde tanınabilir, kabullenilebilir ve mazallah destek olunabilir kılmaya aday herkesin ve her şeyin bu potansiyelinin doğduğu yerde öldürülmesi, birilerine göre bekâ meselesidir ve bu birileri bilumum menfur işleri yapabilecek kudrete sahiptir.
Ve bu normaldir!? Birilerinin kan dökme ve hesap vermeme iktidarı, hakkı, yetkisi var; ve bu normal!?
Bu öyle bir normallik ki, yasal, meşru, tertemiz 7 Haziran 2015 seçimlerinin fiilen iptal edilmesini ve toplumca buna ses çıkarılmamasını sağladı. Ve işte bugünlere geldik. Ve 85 milyonluk koca ülke, nüfusunun epeyce geniş bölümü yönetenlerce neredeyse açlığa mahkûm edildiği halde hâlâ “ama terör!” diyerek yönetilebiliyor. Hâlâ. Normal ya.
Bu normalliğin “ama terör”den ibaret olmadığını, onurumuzun şurasından şu kadar, burasından bu kadarını gözden çıkardığımızda üzerimizde başka ne yollardan tepinileceğini kafalara kakmak üzere, Nevşehir’in en işlek meydanına çok sayıda cinayet ve katliamdan sorumlu bir “vazifeli” elemanın adını verdiler. Süreç baştan başa ibret hazinesi. Abdullah Çatlı herhangi bir faşist katil değil. Simgesel bir isim, aynı zamanda. Peki bu apaçık meydan okuma eylemini gerçekleştirenler kim? Nevşehir’in İYİP’li belediye başkanı ve etrafındakiler. Yani güya muhalefet! Yapabiliyor, çünkü normal. Çünkü her şeyi devletten beklememek lazım.
Muktedirler Hakkarililerin seçtiği adayı bir çırpıda indirip hapse tıkarken, güya muhalif milliyetçi partili belediye şehrin meydanına Abdullah Çatlı’nın adını veriyor. İki normal birarada. Hayır! Üç: Katliamlarda, cinayetlerde emir verici olarak yeraldığı cinayet işlettirdiği adamların ifadeleriyle sabit olduğu halde Çatlı hiç yargılanıp mahkûm olmadı. Sonra da korucubaşı aşiret reisi ve polis şefiyle aynı araçta yolculuk ederken şaibeli kazada öldü.
Normalse, normal işte bu.
Dilerseniz her şeyi şöyle baştan ele alalım.
No, I don't mean to make a play on words based on the fact that the word "normalization" is turned inside out by inserting a hand into the throat and pulling out the internal organs and leaving the skin inside; As is fashionable these days. I will try to point to a wider, bigger, higher, deeper normality. In which we live happily.
Let's start if you wish. Because whenever someone says "If you wish" to others, he indicates that the others cannot prevent him from doing his own thing. He is the one on the stage, the microphone is in his hand, it is already a TV broadcast, etc. I also have the power to read what I know within the relationship that this columnist writes and you read. Inevitably. You, dear readers, are the ones who put the columnist in this position. Therefore, under these conditions, I will be able to read what I know and you will be able to read what I wrote.
Yes, while reading or after reading, you undoubtedly have the chance to say anything you want about my mother, my money, my religion and my faith. However, if they reach me via newspaper, e-mail or social media, their impact will unfortunately be very weak, thanks to the beauty of our society, of which you and I are both a part. Because those who express opinions and especially objections in a public place, in writing, orally, or accompanied by streaming images or music or both, will be subjected to cursing, their dignity being trampled on, to be marked with ideas they have never thought of or actions they have not taken, and moreover, to have their entire lives denied. Over time, they become accustomed to being the target of other hurtful, injurious and paralyzing attacks, leave their periodic crises behind with painful individual treatment methods, and become addicted. However, that syrup is also very bitter and disrupts the intestines, causes dizziness, nausea, weakness, reluctance, does not make you sleepy, does not give you peace of mind, makes you tired and tired... However, it prevents some effects.
Yes, let's start from here if you wish: The "Kurdish issue" is the biggest obstacle to reaching a level of civilization in Turkey where the citizen is considered the main value and the state is considered the organization responsible for ensuring that he lives a peaceful and prosperous life worthy of human dignity. Yes, the treatment of Kurds within this state regime is a real issue, but it is a state mentality that makes this an "issue". And this mentality not only causes the Kurds to be miserable because of that treatment, but also makes it impossible for the Turkish majority to lead a social life worthy of human dignity. Because this understanding regards all social activities and all individuals, without exception, as elements of the "national power" subject to the energy, oscillations and movements of the state core. Let alone the concept of freedom, no one is even autonomous. Various areas of independence can be tolerated on issues that do not directly touch "national security", that's all. However, there are so few issues that do not directly touch national security that even thinking independently of the central authority or the majority domination shaped and controlled by it is not something that can easily flourish. The soil does not allow it. Because everyone who grew up there knows that the thought or behavior that is tolerated today because it does not affect national security may one day suddenly be considered to be in close contact with the problem of survival, and even attempting to enjoy the autonomy granted yesterday may be among the notable crimes of tomorrow.
If you wish, let's now get into the trustee issue. That is to say, literally. Otherwise, of course, we cannot enter. We can only look from the outside. Because we are citizens. We can vote in the election and choose one rather than the other, but those at the center of power, those who can use state power, may not like what we choose. Then they will take him down, put him aside if they deem it appropriate, or imprison him if they deem otherwise appropriate.
The hasty conviction of Hakkari Mayor-elect Mehmet Sıddık Adım in a ten-year-old case and his transfer to a prison in another city, but also his dismissal and appointment of a trustee, is, first of all, the usurpation of the rights of a citizen who participated in the elections and was elected with the votes of the citizens. Two times two is four. Not only this process, but the way it is carried out is insulting in itself. Two times four is eight. And of course, the rights of the citizens who choose him are not only usurped, but they are outright scolded, despised and pushed aside. That's sixteen. Even more important than these: Citizens who chose Mehmet Sıddık Stream were told: You are not real citizens; Where you live, emergency rules apply, not democratic republic rules, even if they are incomplete; We also do not have to show you respect or courtesy.
Now, dear readers, whether you wish it or not, I would like to draw your attention to the fact that this is the "normal" that we are expected to accept. The real face of “are we surprised?”, one of the bad habits of social media that serves nothing but denying human dignity and consciousness, consists of these norms.
I am one of those who object to the definition of a single "Kurdish policy", and to the obligation of all those who demand broader rights such as equality, justice, human rights and education in the mother tongue, and broader decentralization powers to be subjected to a single, twisted thought and policy. I believe that there is - and is healthier - a cultural-political accumulation that can nourish new trends, thoughts, understandings of action, differences and riches as well as the currents, movements and structures that have formed, established and almost created their own institutions so far. On the other hand, I think that the fact that the mainstream powerful structures that have been able to create their own universe do not like differences and want to keep everyone under their roof should be seen as natural manifestations of the struggle for power, if not of all politics. However, if you ask whether it is possible for different "Kurdish policies" to compete with each other and collectively struggle to improve the rights of the Kurds, I cannot answer "it is possible". Because the central power is in the hands of people who have made all their efforts to make this impossible. Moreover, no matter how the balance changes between some established powers that seem ready to be at each other's throats - and from time to time they actually are - the will in the center, which can knead the state power, direct and manage it, is something cosmic if you wish, if you like the Special Organization, but it is certainly not deep but essential or essential. The state continues its policy on this issue as it is. “But terror, but terror!” We can summarize this policy, which is the most passionate supporter of those who shout the loudest: "My trumpet sounds here, anyone who objects should take to the mountains!" In other words, this is a rather dishonest policy, in addition to its rudeness and inhumanity. Because there is a continuation of the sentence: “…let him go to the mountain so that blood will be shed.” Blood is very useful in state administration, you know.
This policy, which does not change no matter who controls the switches and buttons in the control room, has been considered normal by large segments of society - who, coincidentally, live as if they would be at each other's throats if you let them go again!
So, I'm struggling to find out how to explain this more briefly and more clearly... and as I struggle, the Ankara Train Station Massacre always comes to my mind. On top of the relatively small dress rehearsal in Suruç, the "warning and precaution operation" they expanded and implemented on the actual stage. For some people, the killing of everyone and everything that is a candidate to make the Kurds' struggle for rights recognizable, acceptable and supportable in other parts of the country, in the place where this potential is born, is a matter of survival for some people, and these people have the power to do all kinds of heinous things.
And this is normal!? Some people have the power, right and authority to shed blood and not be held accountable; and this is normal!?
This is such a normality that it enabled the legal, legitimate and immaculate elections of June 7, 2015 to be effectively annulled and the society to remain silent about it. And here we are today. And even though a large part of the population of this huge country of 85 million is almost condemned to starvation by the rulers, it still says "but terrorism!" It can be managed by saying. Still. It's normal.
They named Nevşehir's busiest square the name of an "on duty" member responsible for many murders and massacres, in order to impress upon our minds that this normality is not just about "but terrorism" and that we can be harassed in other ways when we sacrifice so much of our dignity here and so much of our dignity. The whole process is a treasure trove of lessons. Abdullah Çatlı is not just any fascist murderer. A symbolic name, too. So who are the ones committing this blatant act of defiance? Nevşehir's İYİP mayor and those around him. So supposedly the opposition! He can do it because it's normal. Because we should not expect everything from the state.
While the powers that be suddenly take down the candidate chosen by the people of Hakkari and put him in jail, the municipality with the opposition nationalist party supposedly names the city square after Abdullah Çatlı. Two normals together. No! Three: Çatlı was never tried and convicted, although it was proven by the statements of the men he ordered to commit the murders that he took part in the massacres and murders. Then, the chief village guard died in a suspicious accident while traveling in the same vehicle with the tribal leader and the police chief.
If it's normal, that's normal.
If you wish, let's consider everything from the beginning.