Milletvekillerimiz hepimizin vekilleri. Bir kere seçilip meclise geldiklerinde tüm yurttaşların yönetimde egemenliğini temsilen koltuklarına oturuyorlar. Yakalarında hangi partinin rozetini taşıdıkları, hangi ilin hangi seçim bölgesini temsilen seçildikleri artık o dönem için bizleri (kağıt üzerinde) ilgilendirmiyor.
Dolayısıyla meclis basılsa, herhangi bir milletvekili herhangi bir yerde bir şiddet eylemiyle karşılaşsa, kürsüde konuşurken sözü kesilse, haksızlığa uğrasa vb. tüm durumlarda hepimizin, tüm yurttaşların egemenliği sakatlanmış oluyor. Basitçe bunun için, herhangi bir darbe veya kol bükme girişimi, vesayet denemesi olduğunda kendine “demokratım” diyen her yurttaş buna kendiliğinden karşı çıkıyor.
Türkiye’nin herhangi bir yerinde herhangi bir seçilmiş yöneticinin hele bir il veya büyükşehir belediye başkanının yerine içişleri bakanı tarafından (çoğunlukla o il valisinin) kayyım atanması seçmenin iradesinin devlet eliyle gaspı. Ama o beldedeki yalnızca o başkana oy vermiş seçmenin iradesinin gaspı değil. Hepimizin ulusal egemenliğine yönelik bir darbe.
Daha önce “terörle mücadele” ve “barış süreci” stratejileri ve kavramları üzerine burada yazmıştım. Bunların her ikisinin anayasa ve yasalar çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini, ortada bir demokrasi iddiası varsa halen, anımsatmaya gerek yok.
Ancak kayyım atamak konusuna ilişkin bir başka boyuta da dikkat çekmek isterim. Dünyada “war on terror” anlayışıyla “terörle mücadele” çoktan demode oldu, gündemden kalktı. Bizdeyse yurtiçinde ve sınırlarımızın ötesinde yapılanlara bakılınca yöntem olarak “terörle savaşa” tam yol devam edildiği açıkça görülüyor. Oysa “savaş” ilan edilince karşınızdaki “düşman” oluyor, bir yere “savaşmak” için girince de orada siz kendiniz ya “işgalci” oluyorsunuz, ya yerel halk tarafından “düşman” olarak görülüyorsunuz.
Virgül koyup, usandırıcı olsa da ve sanki varmış gibi, hukuk tarafından da bakalım. Bir kişinin seçime girmesine izin veriyorsunuz. Sonra o kişiyi on küsur yıldır süren davasının duruşmasına dört gün kala görevden alıyorsunuz. O duruşmada mahkeme salonuna o kişinin avukatlarını dahi almadan alelacele 20 yıla varan hapis cezası veriyorsunuz. Üzerine yasaya göre temyiz yolları tükeninceye dek belediye başkanlığı yapabilecek o kişiyi tutukluyorsunuz. Mahkemeden doğruca başka bir ile zırhlı araçla sevk ediyorsunuz. Yerine eş zamanlı Kepez örneğindeki gibi belediye meclisinden seçim de yaptırmıyorsunuz. Ve valiyi kayyım atıyorsunuz.
Tüm bu olan biteni kâh yılışık ve alaycı, kâh hışır ve baskıcı üslupla usulen gerekçelendirir gözüküp, aslında zorla gırtlağımızdan aşağı basıyorsunuz. Ama yaptığınızın seçilmiş belediye başkanının karşısına atanmış mülki amiri çıkarmak yordamıyla tam da bölücülük olduğunu idrak edemiyor, cumhuriyetimizin geleceği bakımından ne denli sakıncalı adımlar attığınızı hiç anlamıyorsunuz. Aklınız sıra ileride al-ver konusu yaparım, demokrasinin sınırını “Kürt meselesi hariç” diye çizerim, koalisyon ortağımı hoş tutarım, deh-çüş bir sonraki seçime dek vaziyeti idare ederim yollu yarım esnaf aklıyla koskoca Türkiye’yi yönetmeye kalkıyorsunuz.
Erdoğan, “hukuk” dediği (ne desek) “daireye” (?) de “görev verilecek ve verilecek görevi o (ve o ara) nasıl buyurursa öyle yerine getirecek bir iktidar gereci, alet çantasındaki bir başka sopa” olarak bakıyor. Bunu böyle gördüğünü açıkça söylüyor da. Bu kafayla hangi uzlaşıya varılabilir, hangi ortak akılda buluşulabilir, hangi demokrasinin müzakeresi nasıl yürütülebilir? Hatta aşırı bir müzakere hevesini dışa vurmanın yararı olur mu?
Dertler zincirinde kayyım, AYM kararlarının uygulanmaması, seferberlik yetkisi vb. meseleler, hiyerarşik olarak çay taban fiyatı, atanamayan öğretmenler, emekli maaşı vb. meselelerle aynı düzeyde görülebilir mi? Bence görülmemeli. Zira rejimin yozlaşmasına yani cumhuriyetin dekompozisyonuna ilişkin konular işte gerçekten de varoluşsaldır. Hani dillere pelesenk edildiği üzere PKK terör tehdidi beka meselesi değildir de, asıl bu meseleler öyledir.
Demokrasiler birlik vaat etmez. Bir örneklik değil uyumdur demokratik düzenlerde aranan denge durumu. Demokrasiler kendiliğinden refah da vaat etmez. Hatta etkin bir dış politika dahi demokratik rejimin doğal çıktısı değildir. Eşit anayasal yurttaşlık, yerinden yönetim, laiklik, tam ifade özgürlüğü, hukuk devleti gibi özellikler de cumhuriyet için çevre düzenlemesi değil taşıyıcı sütundur, yapının statik hesabına dahildir bunlar bir bakıma.
Özcesi anlatmaya çalıştığım şu: Hakkâri, Çemişgezek, Çamardı, Çatladıkapı her neresi olursa olsun fark etmez. Bir belediyeye içişleri bakanınca resen kayyım atanması, yirmi yılı aşkın islâmcı iktidarında artık keçeleşmiş çehrelerimize atılmış ağız dolusu bir ilave tükürüktür. Yurttaş olmadığımızın, içinde yaşadığımız bu tuhaf yapının cumhuriyet olarak tanımlanamayacağının da tescilidir. Biz de ellerimizi göğe kaldırıp yaşlı gözlerle bu berekete, bu rahmete hamdüsenalar ediyoruz.
Ne bu yazının, ne öfkeli veya müstehzi sosyal medya paylaşımlarının, ne elde pankart meclis kürsüsü önünde itilip kakılmanın, ne “konuyu yargıya taşımanın” vb. pek çok alışageldik tepkinin iktidarın başına buyrukluğu üzerinde en ufak bir etkisi olmayacağı herhalde artık yeterince açık. Aksine Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli: Belli ki önümüzdeki dönemde Kürt nüfusun yoğun yaşadığı ve demokratik seçimlerini DEM’den yana kullanmış illere peş peşe kayyımlar atanacak. En azından erken seçim talep etmenin zamanı değil mi?