Çin’in Batı; Türkiye’nin Doğu açılımı

Türkiye’nin Doğu ile Batı, Avrupa ile Asya arasında bir geçiti tuttuğu bilgisi alfabe seviyesinde bir bilgidir. Bunun çok sayıda risk ve avantajı ifâde ettiği de sık sık vurgulanır. Târihsel olarak bakıldığında bu geçit meşhûr İpek Yolu’na karşılık gelir. Diyar-Fars topraklarını aşan kervanlar Diyar-ı Rûm’a ulaşır ve İstanbul bu mâceranın son durağıdır.

İpek Yolu tek bir hat değildir. Diyâr-ı Rûm’ ulaşan İpek Yolu’nun ana ekseni burada Kafkasya ve Karadeniz ve Akdeniz ticâret yollarına eklemlenir ve bereket katsayısını arttırır.

Osmanlı’nın çöküş süreçlerinin en belli başlılarından birisi de İpek Yolu’nun 16.Asır’dan itibâren parlaklığını kaybetmesi; bunun yerine Baharat Yolu’nun daha fazla tercih edilmesiydi. Hint Denizi’nde, başta Portekiz ile olan rekâbeti kaybetmesi Osmanlı’ya ağır bir darbe vurmuştu.

Rûmî Türklerin Doğu-Batı bağlamındaki orijinal doğrultusu ve hareketliliğinin Batı’dan yana olduğu da bilinmektedir. Rûmî Türkler, istikâmeti Batı olan az sayıda Asya menşeli bir millettir. Modern dünyâda, hâkimiyetini kaybettikten sonra Türk modernleşmesinin Batı merkezli değerleri şu veyâ bu şekilde, ikiriciklenerek veyâ gönüllü, şartlı veyâ şartsız benimsemesi de çok tesâdüfî sayılmamalıdır.

Türkiye târihi açısından esas kırılma noktası, geçen asrın ortalarında, Avrupa standartları üzerinden bir Batılılaşma süreçlerinin Atlantik standartlarıyla yer değiştirmesidir. Bunun bir savrulma olduğu ve boyutlarının henüz bir mukayeseli çalışmanın değerlendirmesine oturtulmuş olmadığı kanaatindeyim.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Türkiye aşama aşama, boyut değiştiren ve neocon bir gözükaralık ile seyretmeye başlayan Atlantik sisteminin sisteminin hâricine itilmeye başladı. 1990’larda tartışılmaya başlayan AB üyeliğinin, eski solcu ,yeni liberal müdâfileri, biraz da nostaljik bir duygusal sâikle Atlantik sisteminden ricât edip yeniden Avrupa ile kavuşmayı arzulayan bir çevreydi. Ama bu kapının da kapalı olduğu kısa bir zaman zarfında anlaşıldı. Neocon baskılar ve AB horlamaları arasında, bocalamalarla dolu on seneler geçti. Fiilî durumlar Türk siyâsetini, başta İran ve Rusya ile bölgesel güçlerle işbirliği geliştirmeye sevk etti. Bu gayretler de akim kaldı. Bir defâ siyâsal karar alıcıların zihin dünyâları berrak değildi. Atlantik-Türkiye ilişkilerinin yaşadığı sorunları ârızî görüyor; bir şekilde düzeleceğine inanıyorlardı.(Elyevm bunun hâlâ devam ettiğini görüyorum). Bu bocalamalarla, bilhassa Arap Baharı’nda yapılan ağır hâtâlar bölgesel işbirlikleri üzerinden kurulmaya çalışılan bu bağları zayıflattı.

2013 senesinde Çin’in Yeni İpek Yolu projesini ilân ettiğinde milletçe umutlandık. Ama hâkim bakış, bu yolun Batı ve Doğu’yu buluşturan barışcıl bir proje olduğu yolundaydı. Türkiye’de jeoekonomik konumu üzerinden bundan payını alacaktı. Yüzeysel ve fırsatçı bir bakıştı bu. Hâlbuki bu proje dünyânın sıklet merkezini ve Atlantik temelli güç ilişkilerini değiştirmeye namzet bir iddiayı taşıyordu. Bu geçişin büyük hesaplaşmalara gebe olacağını ve savaşsız gerçekleşemeyeceğini daha o zamanlar yazıyorduk. Nitekim 2013-2024 arası yaşananlar tam da buna işâret etmektedir. Batı ile Doğu’yu birleştiren değil; tam aksine ayıran ve savaştıracak olan bir iddiaydı bu. Huntington ve benzerleri o tuğla gibi kitapları boşuna yazmadılar.

19.Asırda (1789-1945 arası) Avrupa ile hesaplaşan Türk târihi bir dengeler siyâseti geliştirerek, şöyle veyâ böyle işlerin altından kalkmasını becermişti. 20.Asırda (1945-1991) ise Atlantik gemisine bindik. Ayaklarımız târihsel zeminimizden ve çevremizden kesildi. 21.Asırda (1991 ve sonrası) ise, târihsel bir zarûret olarak yeniden coğrafyamıza itildik. Bocalamalar tam da bundan sonra başladı. En tuhaf olan husus ise, maddî olarak Batı sistemlerinin dışına itilirken, zihniyet dünyâmızın tam tersi istikâmette işlemesi ve tüketim kültürü üzerinden yaşadığımız derin Amerikanizasyondu.

Dünyâ iflâh olmaz bir Batı-Doğu hesaplaşmasına giderken Türkiye yerini nerede alacaktı? Temel soru buydu. Bunun Türkiye’de yaşanan Doğucu-Batıcı tartişmalarıyla hiçbir alâkası olmadığını peşinen vurgulamalıyım. Bunun temelde jeopolitik ve jeostatejik bir tercih yapmayı ifâde ettiğini husûsen işâret etmek gerekir. Bu tercihin trajik bir doğası olduğunu da ayrıca kaydetmek gerekir. Meseleyi daha özlü bir şekilde biraz daha açalım. Türkiye, meselâ Hindistan gibi, Batılı iddialarıyla Doğu’ya; Doğulu açılımlarıyla Batı’ya yolculuğunu devâm ettirebilir mi? Türkiye için denge siyâseti nereye kadar başarılabilir?

Rusya-Ukrayna savaşında bir denge siyâseti güttük. Bunun doğru ve hayli başarılı bir karar olduğunu düşünüyorum. Gelin görün ki iki güncel gelişme bunu sürdürülebilir olmaktan çıkardı. Rusya-Ukrayna savaşı giderek bir Avrupa-Rusya ve NATO -Rusya savaşına doğru evriliyor. Soru şu: Bu tırmanma açık bir savaşa evrilirse Türkiye NATO mensubu olarak ne yapacak? Diğer gelişme ise Gazze savaşı oldu. Türkiye burada tarafsızlık veyâ denge siyâseti gütmedi; haklı ve çok açık olarak HAMAS ve Filistin’in yanında yer aldı. Tekmil NATO, Batı devletleri İsrâil’e destek verirken Türkiye’ydi tek ârıza çıkaran. Hâsılı kısa devrelerle yüklü bir zeminde yol almaya çalışıyoruz.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Wang Yi’nin dâvetlisi olarak yaptığı Çin ziyâretini ve orada yaptığı açıklamaları çok kritik bir gelişme olarak görüyorum. Kitabın ortasından gireyim: Çin’in Türkiye’nin sıkışmışlığını gördüğünü ve Asya’da Afganistan, Pakistan, İran; Avrupa’da ise Macaristan ve Sırbistan üzerinden geliştirdiği Batı açılımına bizi de dâhil etmek istediğini düşünüyorum. Gârip bir sûrette Batı ile kilitlenen Türkiye’nin bir Doğu açılımı başlatmasıyla, Çin’in başlattığı Batı açılımının örtüştüğü anlaşılıyor. Kimbilir, belki de seneler sonra yapılacak târih çalışmalarında bu hâdise kilit bir gelişme olarak kaydedilecek..