AKP’nin Kızılcahamam toplantısında, Reis’in herkesi dinleyeceği ve seçim yenilgisinin nedenlerini keşfederek, gerekli değişiklikleri yapacağı ile ilgili bir beklenti vardı.
Bu kulis haberlerini hep tebessümle karşıladım.
Çünkü bu parti Adalet ve Kalkınma Partisi adını taşıyor olsa da esasen Recep Tayyip Erdoğan Partisi. Adının aslında böyle olması lazım: RTEP!
Bir başarı varsa bu Recep Tayip Erdoğan’a ait ve başarısızlıktan da kuşkusuz o sorumlu.
Kendisini iktisatçı zannetmeseydi, Türkiye’yi tek başına yönetebilecek ehliyet ve donanıma sahip olmadığının farkında olsaydı, çevresinde “sallabaşlar” toplayacağına gerektiğinde kendisini de eleştirecek çapta politikacıları tutabilseydi bu yenilgi de olmazdı.
Ama zaten o zaman da bugünkü Recep Tayyip Erdoğan da olmazdı.
Troçki, 1904’te yazdığı bir risalede Lenin’in parti anlayışını eleştiriyor ve o yolda gidilirse, “parti örgütünün yerini merkez komitesinin, merkez komitesinin yerini de bir diktatörün alacağını” söylüyordu. “Halk dilsizleşirken, komiteler, politikalar koyacak ve kaldıracak” diyordu. Aradan yıllar geçtikten sonra o partinin ve ülkenin, Stalin’in elinde nerelere gittiğini artık tarih kitapları yazıyor.
AKP’nin başına gelen de bundan farklı bir şey değil.
O partide artık bir tek kişi var: Recep Tayyip Erdoğan. Merkez Yönetim Kurulu da o, hükümet de o, milletvekili de o, il-ilçe başkanı da o.
Hatırlarsınız belki, Bekir Bozdağ, Ahmet Davutoğlu’nun yerine Binali Yıldırım’ın seçildiği kongrede bir konuşma yapmış ve şunu söylemişti:
“AK Parti, Tayyip’in partisidir ve var oldukça da Tayyip’in partisi olacaktır.”
Konuşmasını şöyle tamamlamıştı:
“Size sadakatle, açtığınız yolda, gösterdiğiniz istikamette bu kutlu yolda, yolculukta yürümeye azimle devam edeceğiz.”
Bekir Bozdağ, belki o an yağcılık yapmak endişesi içindeydi, bunu bilemem. Ancak bilerek ya da bilmeyerek o gün AKP’de bir tek adam kültünün oluştuğunu ve artık bunun kolay kolay değiştirilemeyeceğini söylüyordu.
Nitekim, toplumumuzun, bir sultana kul olma geleneğinden beslenen karizmatik ve otoriter lidere tapınma eğilimi, bu kez Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında vücut bulup, AKP’yi teslim aldı.
Aynı kongrede Erdoğan’dan gelen mesaj okunurken, bütün salonun İstiklal Marşı’nı dinler gibi ayağa kalktığını da hatırlayalım.
Mesajı okunurken ayağa kalkan o insanlar, Erdoğan’ın kendisi gelip o nutku okumaya kalksaydı ne yapacaklardı diye merak etmiştim.
Onun için Kızılcahamam toplantısından bir “değişim işareti” bekleyenlerin hayal kırıklığına uğraması çok normal.
Çünkü Erdoğan, herkesten daha iyi biliyor ki seçimdeki başarısızlığın asıl nedeni kendisi.
Ama kendi gücüne hayran her otokrat gibi, bu bildiği şeyi kendisine bile itiraf edemeyecek.
Ne yapacağına hâlâ karar verememiş olmasının bir nedeni de bu.
* * *
Aleniyet ilkesine ne oldu?
Yerine kayyım atanan Hakkâri Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış'a, 19 yıl 6 ay hapis cezası verildi
Hakkari’de görevden alınarak yerine kayyum tayin edilen Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın yargılandığı davada, milletvekilleri bile duruşmanın yapıldığı Adliye binasına alınmadı.
Adliye polis ablukasına alınmıştı, kimsenin içeri girmesine izin verilmedi.
19 yıl 6 ay hapis cezası verilen duruşma, Akış’ın yargılandığı davanın 61. duruşmasıydı. Dava 2014 yılında açılmıştı, 10 yıldır devam ediyordu.
Bu 10 yıl içinde, bu dava nedeniyle kamu düzenini bozucu eylemler yapıldığını, şiddet olayları yaşandığını da duymadık.
Anayasa’nın 141. Maddesi şöyle:
“Mahkemelerde duruşmalar herkese açıktır. Duruşmaların bir kısmının veya tamamının kapalı yapılmasına ancak genel ahlâkın veya kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hallerde karar verilebilir. Küçüklerin yargılanması hakkında kanunla özel hükümler konulur. Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır. Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.”
10 yılda 61. duruşmaya kadar geldiğimize göre mahkeme, Anayasa’nın “süratle sonuçlandır” talimatını zaten sallamamış, kararını ancak kayyum atandıktan iki gün sonra vermiş ama konumuz bu değil.
Mahkeme salonlarının kapısının herkese açık olması sembolik bir anlam taşıyor.
Bu, yargılamaya bir meşruiyet kattığı gibi kapalı kapılar altında dalavere çevrilmediğini de göstermek isteyen bir tutum.
Anayasa’ya göre mahkeme salonunun kapısının kapalı olması için genel ahlakın ya da kamu güvenliğinin bundan zarar görüyor olması lazım.
Bu örnekte ikisinden de söz edebilmek mümkün değil.
61 duruşmanın sürdüğü 10 yılda, bu dava nedeniyle nasıl bir kamu güvenliği ya da genel ahlak sorunu oluştu ki mahkeme salonunu bırakın, Adliye’nin kapısı kapandı?
Haberlere bakılırsa Adliye’ye giremeyenler arasında yargılanan sanığın avukatı bile var.
Böyle yargılama mı olur? Bunun adil bir yargılama olduğuna nasıl inanacağız?