Hakkâri Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış, İçişleri Bakanlığı'nın kararıyla görevinden alındı ve yerine Hakkâri Valisi vekaleten tayin edildi.
İçişleri Bakanlığı'nın açıklamasına göre Akış'ın görevden alınma gerekçesi, hakkında "terör örgütü üyeliği" ve "örgüt propagandası yapmak" iddiasıyla açılmış bir dava ve sürmekte olan bir soruşturma.
Görevden alma kararının duyurulmasının ardından Vali, Hakkâri'de 10 gün süreyle gösteri yürüyüşü, açık hava ve kapalı yer toplantıları, basın açıklaması, oturma eylemi ve anket yapılması, çadır ve stant kurulması / açılması, imza kampanyası düzenlenmesi, bildiri, broşür ve el ilanı dağıtılması ve her türlü protesto eylemi şeklindeki faaliyetleri yasakladı.
Adım adım ilerleyelim:
1 – Serbest seçimle işbaşına gelen bir kamu görevlisinin, idari ya da silahlı bir müdahale ile görevinden alınması eylemine "darbe" diyoruz. Bu hükümete karşı olursa, hükümet darbesi oluyor, belediye başkanına karşı yapılırsa belediye darbesi!
Bakanlığın açıklamasından da anlıyoruz ki Akış hakkında henüz sonuçlanmamış bir ceza davası ve bir soruşturma var.
Bakanlık da bunlara dayanarak Akış'ın o görevi sürdürmesini tehlikeli bulup, görevden almış.
Önce şu var: Aksine bir mahkeme kararı olmadığı sürece kimse peşinen suçlu ilan edilemez. Akış hakkında açılmış dava ve soruşturmanın varlığı, Akış'ın suçlu olduğu anlamına gelmez.
Buna "masumiyet karinesi" diyoruz ki bu ta antik Roma'dan beri evrensel hukukun olmaz ise olmaz ve tartışılamaz ilkelerinden biri.
Bakanlık kanunun kendisine verdiği bir yetkiyi kullanırken hukukun dışına çıkmış oluyor anlamına geliyor bu.
2 – Diyelim ki Akış hakkında açılan davada yargılama bugün sonuçlandı ve Akış suçlu bulundu.
Seçimle iş başına gelmiş bir kamu görevlisi, herhangi bir nedenle görevini yapamaz hale geldiğinde yerine yenisi nasıl seçilmeli?
Çok basit bir yanıtı var: Aynı yöntemle!
Belediye Meclisi üyeleri, seçimle işbaşına geliyorlar. Belediye Başkanlığı makamı bir şekilde boşaldığında yerine yenisini seçecek heyet, bu seçilmiş heyet olmalı. İçlerinden birini seçerler, belediye başkanı o olur. Bu, Belediye Meclisi'nin son üyesi de görevlerinin gereğini yerine getiremez hale gelene kadar sürebilir.
Asıl olan seçimle gelinen makama yeni gelecek olanın da seçimle gelmesidir.
Hatırlarsınız belki Recep Tayyip Erdoğan, bir şiir okudu diye mahkûm edilip, görevden alındığında yerine Ali Müfit Gürtuna, İBB Meclisi tarafından seçilmişti. 28 Şubatçıların aklına İstanbul'a kayyım atamak gelmemişti.
Kadir Topbaş'ın "metal yorgunluğu" diye zorla istifa ettirilmesiyle boşalan İBB Başkanlığı görevine Mevlüt Uysal İBB Meclisi tarafından seçilmişti.
Hukuk devletlerinde, demokrasilerde işler böyle yürür.
Seçimle gelen seçimle gider. Seçim dışı bir nedenle görevden alındı ya da ayrıldıysa yerine yenisi yine seçim yöntemiyle gelir.
Bir demokraside meşruiyetin kaynağı, halkın serbest iradesiyle gerçekleşen seçimdir.
Bu olayda rejim, seçilmiş Belediye Meclisi'ni de görevini yapamaz hale getiriyor.
Bir adım ileri de gitmişler, olayın duyulmasının ardından Belediye binasına gelen Meclis üyelerini de binaya sokmamışlar. Polis marifetiyle!
Seçilmiş bir organı, silah zoruyla görevini yapamaz hale getirmeye ne isim veriyorduk?
3 – Vali, Bakanlığın görevden alma ve kayyım atama kararının ardından bir bildiri yayımlayarak bazı kısıtlamalar getirmiş.
Söz konusu kısıtlama, T.C. Anayasasına göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Anayasa tarafından güvence altına alınmış, bireysel haklar ile ilgili.
Anayasal haklarımızın kullanılmasını, Vali ya da bir başka kademedeki idari memur, idari bir kararla yasaklayamaz.
Anayasal haklarımız ancak kanunla sınırlandırılabilir ve o sınırlandırma da hakkın özünüyok edemez.
Bunlar rejimin beğenmediği "askeri rejim Anayasası" tarafından güvence altına alınmış haklar.
Temel insan haklarının, idari kararlar ile sınırlandırılmasına normal rejimlerde rastlanmaz. Bunlar insan haklarının rafa kaldırıldığı, darbe dönemlerinde, diktatörlüklerde rastlanabilecek uygulamalar.
Recep Tayyip Erdoğan gibi gönlü insan sevgisiyle dolu, demokrasi aşığı, vatandaşları arasında ırk, din, dil ayrımı yapmayan, kardeşlik siyasetinin temsilcisi ve öncüsü, halkın seçimlerine sonsuz saygı duyduğunu her fırsatta ifade eden bir Cumhurbaşkanı'nın tayin ettiği İçişleri Bakanı'nın bu yaptığı yakışık aldı mı şimdi?
* * *
Olmaz demeyin
Aşırı sağ parti AfD'nin destekçileri Berlin'de (Ekim 2024)
Federal Almanya'nın TRT'si diye tarif edebileceğimiz WDR (Westdeutscher Rundfunk) televizyonu, Alman Milli Futbol Takımı ile ilgili bir araştırma yaptı.
Ankete katılan her beş kişiden biri (yüzde 21) Alman Milli Takımı'nda "daha çok beyaz oyuncu" görmek istediklerini söyledi.
Yüzde 17'si, milli takım kaptanının İlkay Gündoğan gibi Türkiye kökenli bir Alman olmasını "üzücü" buluyor.
Doğal olarak bu tablo, Alman futbol kamuoyunda ve Milli Takım kampında tepkiyle karşılandı.
Bu sorunun sorulması bile "ırkçılık" olarak nitelendi, lanetlendi.
Sorunun sorulmasında aslına bakarsanız hiç tuhaflık yok.
Araştırmacıların zihninde bu sorunun sorulması düşüncesini yaratan toplumsal iklim, bunu gerekli kılıyor çünkü.
Toplumdaki gerçek eğilimleri ölçmek isteyen araştırmacılar, bunu sormayacaklardı da ne soracaklardı ki bugünkü Alman toplumunun zihin yapısını ortaya çıkarabilsinler.
Bu dönemin zeitgeist'ını yakalamışlar.
Günümüz Almanya'sında ırkçılık, bir avuç neo Nazi dazlağın, iki litre bira içtikten sonra içlerindeki nefreti kusmalarından, birkaç "kara kafa" yumruklayıp, denk getirebilirlerse bir binayı ateşe vermelerinden daha öte bir şey.
AfD'nin (Almanya için Alternatif Partisi) son anketlerde en büyük ikinci parti çıkması da bu nedenle tesadüf değil.
Kapitalizmin olağan krizlerinden birinden geçen ülkede, bütün kötülüklerin anasının Almanya'daki Türkler ve Müslümanlar olduğuna ilişkin inancı kullanan, bundan siyasi güç devşiren politikacıların yarattığı doğal sonuç bu.
Ve tıpkı İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesiyle birlikte Berlin'deki yıkıntıların altında kaldığı sanılan canavar, hortlamış gibi görünüyor.
Belki Nazi'lerin Yahudilere yaptığı gibi herkesi gaz odalarına toplayıp boğmayacaklar ama ırkçılıkla mücadelede sol ve demokrat kesimlerin gösterdiği zafiyetin sonuçları çok da farklı olmayacak.
Hakan Günday, Zamir isimli romanında distopik bir öykü anlatıyor.
Yeni bir bin yılın şafağında "Almanya'da asla olmaz" denilen şey olmuş ve Almanya'da yaşayan Türklerin "misafirliklerine" son verilmesi kararı alınmıştır. Bunun için ülke çapında 100 "geri gönderme merkezi" kurulmuş, Türklerin geri gönderilme sıralarını beklerken bu kamplarda misafir edilmeleri planı yapılmıştır. Romanın tümünü anlatmayacağım tabii, okumanızı öneririm.
WDR'nin bu son anketini görünce o romanı hatırladım.
Eski bir söz ile birlikte: Olmaz deme, olmaz olmaz!