Modern dünyâda (muktedir) siyâsal eylemlerin (muhalif) siyâset tarafından denetlen-mesinin berâberinde, belki de ondan daha fazla olarak hukuk tarafından denetlenmesi öngörülür. Hukuklu veyâ kısaca hukuk devletinden kastedilen de budur. Ulusal düzlemde, bu yolda hayli mesâfe alındığını; siyâsal meşrûiyet itibârıyla bu denetim tarzının yerleşik bir ilke hâline gelmiş olduğunu rahatlıkla ifâde edebiliriz. O kadar ki devletlerin itibârlarının, uluslararası arenalarda bu terâzide tartıldığını söyleyebiliriz. Diğer taraftan hukuklu siyâset ilkesinin hayâta geçirilme süreçlerinde bâzı sapmaların da yaşanabildiğini görmezlikten gelmemek gerekir. Akla hemen geliveren de, kuvvetler ayırımı prensibinin en dengesiz hâllerinden birisi olarak mahkemelerin siyâsal icrânın sâhasına girdiği hâkimler oligarşisi (jüristokrasi) kavramıdır.
Ulus devletler düzleminde şu veyâ bu derecede; lâkin azımsanmayacak derecelerde sağlanmış olan hukûkî başarıların devletler arasındaki veyâ küresel ilişkilerde karşılığını aramak çok defâ hayâl kırıklığı ile neticelenir. Modern dünyânın en mühim açmazlarından, çelişkilerinden birisidir bu. II. Umûmî Harp ardından bu yolda azımsanmayacak bir gayretin olduğunu kabûl etmek gerekir. Evet, on milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet veren, târihin en dikkât çekici felâketlerinden birisi olan II. Umûmî Harp sonrası inşâ edilen Yeni Dünyâ Düzeni, iki ideolojik kampın kendi içinde silâhlanmasına dâir hiçbir kısıtlayıcı tedbir ortaya koymadı. Buna mukâbil, savaş riskini “medenî” olarak nitelendirilen dâirenin hâricine çıkardı. Savaş için yapılan üretim ve onun tüketimi, mümkün mertebede yarı merkez ve kenar dünyâlara kaydırıldı. Afrika, Asya ve Latin Amerika yeni savaş sâhaları olarak tanzim edildi. Kuzey Amerika, Avrupa ve Sovyet sâhaları savaş ihtimâlinden arındırılmış oldu.
Diğer bir gelişme, mevcût ulus devlet sınırlarının sâbitlenmesi oldu. II. Umûmî Harp sonrasında çizilen haritalar merkez alındı. Yeni kurulan dünyâ sisteminde yaşanan sömürgeciliğin tasfiyesi süreçlerinde, şöyle veyâ böyle Birleşmiş Milletler Teşkilâtı tarafından tescil edilmiş nevzuhûr devletlerin sınırları da sâbitlendi. Sınır ötesi harekâtlara kâideler getirildi. Bu da doğrusu mühim bir adımdı. Hiç şüphesiz bu kâideleri hiçe sayan hâdiseler de yaşandı. Ama fiilî durumlar çok defâ sınırların değişmezliği ilkesinin duvarına çarptı. Yâni en azından hukûken meşrû olarak kabûl edilmedi.
Diğer taraftan, gerek savaş mâzeretleri (jus ad bellum), gerek savaş esnâsında insânî kayıpları en aza indirmeyi gözeten kâideler (jus in bello) sıkı bir şekilde belirlenmeye çalışıldı. Savaş suçları hassas bir şekilde tespit edildi.
Nihâyet esas mesele olarak, savaşları önlemek veyâ çıkması durumunda büyümeden sona erdirmek için başta BM olmak üzere çeşitli teşkilâtlar meydana getirildi. Eğer kabûl edilen kâidelerin hilâfına hareket eden fiilî durumlar ortaya çıkarsa, bunların mes’ullerinin mahkeme edilmesi için uluslararası mahkemeler ihdâs edildi. Bunlar da, asla küçümsen-memesi gereken mühim adımlardı. Lâkin işin en mühim kısmı, müeyyidelerle alâkalı olandı. Pratikler, pek çok hâdisede menfaatler, ideolojik öncelikler; hâsılı, oldubitti durumların önünü açtı ve kâidelerin tutarlı bir şekilde işlemesine mâni oldu. Kâidelerin hayâta geçmesi için çok kuvvetli oydaşmaların olması asgarî bir şarttır. Bu da, çok defâ sağlanamayan bir durumdur. Nihâyetinde, küresel siyâsetlerde hâlâ belirleyici olan kuvvet sıkletleridir. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında dünyâya daha fazla “özgürlük” geldiği düşüncesi bir yanılsamadır. Bu iddia kısmen ve bâzı yerler için doğru olsa bile, devletlerarası ilişkilerde daha belirleyici olan keyfîliklerin artışına yol açan tek taraflı bir kuvvet zehirlenmesi olduğu âşikârdır. Kore, Vietnam ve daha pek çok savaş, şöyle veyâ böyle kuvvetler dengesi içinde sona erdiriliyordu. Ama Soğuk Savaş’ın sona ermesi ortada denge bırakmadı. ABD liderliğindeki Batı’yı azgınlaştıran ve sağa sola saldırtan da bu oldu. İşleyişi ne kadar sorunlu da olsa uluslararası teşkilâtları açığa düşüren de aynı sebepti. Evet hâlâ ortada cismen bir uluslararası hukuk mevcût. Ama pratik düzlemde harekete geçirilmesi kuvvet sıkletlerinin menfaatine ve keyfî tercihlerine bağlı. Gazze meselesinde tam da bunu görüyorum.
İsrâil’in, soykırıma kadar uzanan Gazze saldırısını azmettiren vasatın bu olduğu çok âşikârdır. 7 Ekim sonrasında, Batı, uluslararası hukûka atıfta bulunarak İsrâil’e destek verme yarışına girdi. İsrâil bir saldırıya uğramıştı. O hâlde kendisini müdafaa etmek hakkına sâhipti. Gazze’de hergün ağırlaşan manzaraya rağmen Batı’nın sessiz kalmasını da bu referans sağlıyordu. Ama işlerin çığırından çıkması ve soykırıma varması Batı’ya da soğuk bir duş tesiri yaptı. Şimdi İsrâil’in çılgınlığına ortak olmak istemiyor, Netanyahu ve ondan da beter olan ortaklarının, Batı’yı içine sürükledikleri bataklıktan çıkmak istiyorlar. Bunun için en başta Netanyahu’dan kurtulmaları gerekiyor. UCM ve UAD’da açılmış olan dâvaları bu operasyonda, ilk olarak caydırıcılık, daha sonra da müeyyide boyutunda kullanmak istiyorlar. Avrupa bu kampanyada baş rolü oynamaya başladı. Bu hareketlenmeler, bugüne kadar çeşitli baskılar gören ve tehditler alan mahkeme hâkimlerinin de elini rahatlatıyor. Şimdi ortada savaş suçlusu ilân edilerek Netanyahu ve Gallant için bir tutuklama karârı ihtimâli var. Ama dikkât edelim. Bu sürece bir gölge düşüyor. Tutuklanma karârına Haniye, Sinvar ve Masrî de var. Şimdi sormak lâzım: Nürnberg Mahkeme’sinde 1943’deki Varşova Getto Direnişi de mahkeme edildi mi? Elbette ki hayır. Anlaşılan, bu sözde tarafsızlık gösterisiyle İsrâil ve ona müzâhir çevrelerin de gazı alınmaya çalışılıyor. Ama adâlete de gölge düşüyor.