Artık ne istediğini açıkça söylemeli

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul'daki 1 Mayıs yasaklarını izah derken "Taksim Meydanı'nın mitinge uygun olmadığı herkesin malumu" dedi.

Bir meydanın miting alanına uygun olup olmadığına karar vermek "askeri rejim Anayasası'na göre bile" Cumhurbaşkanı'nın yetkisinde değil.

Nitekim, Anayasa Mahkemesi konuyla ilgili verdiği kararda, Taksim Meydanı'nın yasaklanmasının "düşüncenin de sınırlandırılmasına neden olduğunu" vurguluyor.

İdare, kanun dışına çıkmayan gösteri yürüyüşü ve mitingleri yasaklayamaz.

Zaten görevi de vatandaşların Anayasa'nın güvencesi altında olan haklarını serbestçe kullanabilmelerini sağlamaktır.

Cumhurbaşkanı'nı seçtik ve emrine ne istediyse verdik.

Dev uçaklar, makam otomobilleri, yüklü bir maaş, şahane bir Saray, yazı geçirsin diye bir saray daha, Malazgirt'e giderse otellerde sürünmesin diye bir saray daha, sayısı belirsiz danışmanlar, onlara yüklü maaşlar, makam otomobilleri, korumalar vs.

Ayrıca devletin polisi, jandarması, askeri de emrinde. İstihbarat ihtiyacını karşılasın diye bölgenin en büyük istihbarat kuruluşlarından biri de emrinde.

Bütün bunları emrine niye verdik?

Memleketi düzgünce yönetsin, haklarımızı korusun diye.

Ve şimdi o da elinde bunca imkân varken çıkmış, "1 Mayıs'ı propaganda aracına dönüştürmek isteyen terör örgütlerine istismar zemini hazırlanmamalıdır" diyor.

Terör örgütlerinin faaliyetlerini önleyebilmesi için bütün bir kenti evine hapsetmesi gerekiyormuş demek ki!

Bu durumda görevini yerine getirmemiş, vatandaşların haklarını kullanmalarını sağlayamamış oluyor. Çünkü artık bunlar her kimlerse terör örgütlerini engelleyemiyor.

Ya da vatandaşların haklarını kullanmalarından hoşlanmıyor, terör örgütleri diye hayali düşmanlar icat ediyor.

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşlarının haklarını elindeki bu kadar güçle koruyamıyorsa, kusura bakmasın ama Taksim'e çıkmayı yasaklamak için ileri sürdüğü tehdit hayal gücünün ürünü gibi görünüyor.

Öte yandan sadece Taksim'e çıkmak isteyenlerin haklarını kullanmayı da engellemekle kalmıyor, yine aynı gerekçeyle İstanbulluların seyahat etme haklarını kullanmalarını da engelliyor. Serbest ticaret yapma hakkı da zarar gören haklarımızdan biri.

İstanbul Barosu, gönüllü avukatlardan bir büro kurup sadece bu konudaki davaları takip etmek üzere harekete geçmeli.

Vali bir karar alıp beni evime hangi hakla hapsedebiliyor, ulaşım ve seyahat hakkımı nasıl kısıtlıyor, bunun hesabını vermeli.

Vali kapatılan yollardaki esnafın ticaret yapma hakkını engellemeyi kendine hak görüyorsa, bunun bedelini de ödemeli.

Erdoğan da artık ne olmak istediğine karar vermeli: Demokratik bir cumhuriyetin yöneticisi mi olacak yoksa vatandaşlarının haklarını keyfi kararlarıyla sınırlayan bir otokrat mı?

* * *

Araba sevdası

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Ayasofya'da

Diyanet İşleri Başkanı'nın "şehir dışı programları için" kiraladığı "ultra lüks" otomobil, çok tepki çekti.

Takip edebildiğim kadarıyla yandaş medyada bile bu kararı savunabilen yok.

Onun için iş başa düşmüş bulunuyor, bari Diyanet İşleri Başkanı'nın ultra lüks otomobillere binme hakkını ben savunayım dedim.

Normal olarak bu tür makamlarda bulunanlar mütevazı olurlar. Hadi olurlar demeyeyim, bizde pek örneği yok çünkü, olmalılar diyeyim.

Tevazunun kaynağı görmüş geçirmiş olmalarıdır. Bilgileriyle, hâl ve tavırlarıyla topluma bilge insan mesajı vermeye gayret ederler.

Diyanet İşleri Başkanı ne yazık ki böyle bir olanağa sahip değil.

Ortaya çıktı ki özgeçmişi bile doğru bilgiler içermiyor; Arapça bildiğini iddia etmesinden söz ediyorum.

Ben Arapça bilmem, ancak Serbestiyet'te Bülent Şahin Erdeğer şöyle yazdı:

"Özgeçmişinde iyi derecede Arapça bildiği yazan, ilahiyat profesörü Ali Erbaş'a sorulan soru ammice değil standart Arapça yani fusha idi. Soruyu temel Arapça eğitimi alan birinin anlamaması mümkün değil. Ayrıca muhabir soruyu iki kez tekrarladı ve sorunun yarısı zaten Selahaddin-i Eyyubi ve Abdulkadir Geylani'yi içeren özel isimlerden ibaretti. Bu derece basit seviyede ve açıklıkta bir soru için tercüman istemesi Arapça anlama ve konuşmada Erbaş'ın yetersizliğini gösteriyor."

Görmüş geçirmiş de diyemiyoruz, hadi "görgüsüz" de demeyeyim ama verdiği izlenim öyle yalamış, yutmuş insan izlenimi değil.

Bilgelik desen eksilerde!

Elinde kılıçla cami minberine çıkan bir din adamından söz ediyoruz; bütün dünya İslamofobi'den söz ederken yapıyor bunu.

Bu durumda Ali Erbaş ne yapsın?

Ciddiye alınmak istiyor, herkes onun gücüne hayran olsun istiyor ve elinde kalan tek seçenek ultra lüks Audi A8!

A8 denildiğinde "5,2 X 7,4 cm." ölçülerinde bir kâğıt aklınıza geliyorsa fakirsiniz demektir, sizi kimse ciddiye almaz.

Ama A8 denilince otomobil anlıyorsanız, tamam, sizi herkes ciddiye alacaktır.

Nitekim Erbaş'ı bir "yerli ve milli TOGG"da düşünemiyorum.

TOGG'dan inen bir din adamını kim ciddiye alır ki?

Bilgi de yok, bilgelik de yok, bari makam aracı parıltılı olsun.

Onun için Ali Erbaş'a A8 alınmasını destekliyorum. Sadece şehir dışı faaliyetleri için değil, şehir içi için de bir tane alınsın.

Biri beyaz, diğeri siyah olursa ve jantları da altın yaldız olursa daha da iyi!