Ne sandığı ulan!

MHP lideri Devlet Bahçeli, hem de bayram mesajında hepimizi tehdit etti. Seçimin, seçmenin, meşhur ve kutsal “millî irade”nin kendisinin -ve her kimleri temsil ediyorsa onların- gözündeki yerini ortaya koydu. Cumhuriyet’e ve “Türk tarihi” dediği şeye ne gözle baktığını da cihana bildirdi. Bu sözler, açık ki, geçmişiyle ve şimdi ucundan kıyısından gösterdiği marifetleriyle şiddete ne kadar yatkın olduğu bilinen birilerinin hislerine tercüman olduğundan, ciddî tehdit sayılmalı.

MHP lideri, önce Van’da DEM Parti’li adaya hakkı olan mazbatanın verilmesine itiraz etti: Bütünüyle meşru, yasa gereği olan işlem, ona göre “baştan aşağı yanlış ve skandal” olmakla kalmıyordu, aynı zamanda, “bunun millet iradesine saygı olduğunu ileri sürmek ahmaklık ve aldatma”ydı. Devamında Bahçeli, “devlet ile milleti karşı karşıya getirme sinsilikleri, bilahare devleti kötü gösterme niyetleri”nin “bilhassa 31 Mart seçimlerinden sonra hızlanmış” oluşuna dikkat çekti; “…ki, buna tahammül etmek ve görmezden gelmek millî iflasa çanak tutmak demek”ti. Bahçeli şüphesiz, oy desteğinin eridiğini gören esas iktidar sahibi AKP’nin ceberrutluğundaki kararsızlık belirtilerinden duyduğu huzursuzluğu dile getiriyordu.

Ancak “bayramlık” ağızla ifade edilen esas mesaj CHP’yeydi: MHP lideri, yeni genel başkan Özgür Özel ve ekibinin “Türk devletinin çatısını ve Türk milletinin varlığını dinamitlemesine asla fırsat verilmeyeceğini”bildirdikten sonra, bundan böyle Türkiye siyasî tarihinden sözedilirken sık sık alıntılanacak şu meşum sözleri etti: “Türkiye Cumhuriyeti sandıkta kurulmamıştır. Türk tarihi sandıkta yazılmamıştır.” Açık tehdit de bunların peşinden geldi: “Herkes aklını başına almalı, rüzgâr ektiği müddetçe fırtına biçeceğini unutmamalıdır.”

SANDIK MÜHİMDİ BİR VAKİT

Gerçi Devlet Bahçeli, kısa zaman önce, “millî irade”yle özdeşleşmiş “sandık” kavramına hürmet belirtme ihtiyacı hissetmişti. Kendi oy desteğiyle asla kıyaslanamayacak ve açıklanamayacak genişlik ve derinlikteki mevcut muktedir konumunu borçlu olduğu Tayyip Erdoğan seçimlere, referandumlara muhtaçtı; dolayısıyla MHP, ne oy alırsa alsın, “millî irade”nin tecellisi “noktasında” saygısız görünmemeyi yeğliyordu.

Geçen yılki seçimden önce Bahçeli, Muğla/Menteşe’de düzenlenen “14 Mayıs’ta Aziz Milletim Sıra Sende” adlı mitinge katılmış, “Sandık, demokrasinin namusudur,”  diye konuşmuştu. “Mutlaka sandığa gidiniz, mutlaka oyunuzu kullanınız. Ülkenize ve geleceğinize mutlaka sahip çıkın. Cennet vatana sahip çıkacak mısınız? Hakkınıza, hukukunuza sahip çıkacak mısınız?”

Gerçi MHP lideri millet bu sözlerin albenisine kapılıp işi abartmasın, kaderi hakkında kendi karar verebileceğini sanmasın diye icap eden uyarıyı elbette yapmış, “Muğla'dan sesleniyorum,” diye haykırmıştı. “Türkiye'de rejimi değiştirecek bir alçak henüz anasının karnından doğmadı.” Ancak ona buna değil de şuna oy atıldığı sürece sandığa göstereceği hürmeti de dile getirmişti işte.

Aslında bunu hep yapmaktaydı. 2023 Ocak’ında, Mayıs’ta seçimin yapılacağı aşağı yukarı belli olduğunda, bunun, “Demokrasi tarihimizin kaderini etkileyecek, ülkemizin önümüzdeki yıllara hâvi yol haritasını çizecek, Cumhuriyet’in yeni yüzyılını tahkim edecek en kritik seçimler”olacağını ileri sürmüştü. Yani şu sandık denen şeyle bütün bu muazzam işlerin yürütülmesi mümkün olabiliyordu.

Nitekim iktidar kanadının ağır yenilgiye uğradığı son seçimde de, MHP liderine göre, “millî irade sandıkta tecelli etmiş”ti. “Aziz milletimizin takdir ve tercihi”, Bahçeli ve partisinin “başının üstünde”ydi. “Sandıktan çıkan demokratik karara saygı”ları “tam”dı. Seçimler, “Türk demokrasi hayatının yüksek bir standarda ulaştığını, bu konuda dünyaya örnek teşkil ettiğini âdetâ belgelemiş”ti. Bahçeli ve partisi de, “aziz milletimizin sandık vasıtasıyla verdiği mesaj”ı almış, bunun “çok boyutlu değerlendirmesini yapmak üzere kolları sıvamış”tı.

Ancak gördük ki, bir faşist partinin düşünüş dünyası pek öyle çok boyutlu olamıyor. Aziz milletimizin mesajından çıktık, “Ne sandığı ulan!”a geliverdik.

'BAŞKA ŞEYLER…'

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Bahçeli’nin tehdidine memleketi Manisa’da bayram namazı çıkışında cevap verdi. Partisinin benimsediği kavga etmeme, uzlaşmacı davranma politikasına uygun olarak, yumuşak üslûpla, mutedil konuştu. Söze “bir kez temel prensip olarak bayramı bayram gibi yaşamak lazım” diye girdi. “O yüzden sayın Bahçeli’nin açıklamalarını bayram arifesinin ruhuna uygun bulmadım.”

“Canı sağ olsun. Onun da canı sağ olsun” gibi -nâçiz köşeyazarınıza göre nâhoş şekilde abartılı- dostâne ifadelerin ardından Özel, MHP liderinin sözlerinin içerdiği varoluşsal tehdidin farkında olduğunu ortaya koydu: “Burada (…) o sert cümlelerin hiçbirisine cevap vermek istemem ama sandık meselesi önemli. Bir yerde kim ‘demokrasi sandık değildir, başka şeyler de vardır’ diyorsa demokrasinin karşısındaki en büyük tehdit odur.”

CHP genel başkanı, Cumhuriyet’in pekâlâ sandıkta kurulduğunu ilk meclis döneminden olgular aktararak izah etmeye giriştikten sonra, sözü hükümle bağladı: “…millî iradeyi öncelemiş, halkın iradesini öncelemiş bir liderin kurtardığı ve kurduğu bir ülkeye sandık yani demokrasiyle kurulmamıştır demek gerçekten abesle iştigaldir.”

Özel yine de “demokrasinin karşısındaki en büyük tehdit”in üzerine gitmemeyi, MHP liderinin tehdidini dil sürçmesine bağlamayı yeğledi: “…‘Bu ülke sandıkta kurulmadı’ demek ve sandık dışını çare göstermek bugüne kadar önüne gelen herkese darbeci diyenlerin herhalde sürçü lisanıdır ki bayramın yüzü suyu hürmetine biz de onu affederiz.”

Buna karşılık, hiç de o kadar yumuşak ve uzlaşmacı olmayan bir yakın siyasî tarih yorumunu ortaya sürdü: “Bu topraklarda ne zaman devletle millet karşı karşıya gelirse millet kazanır. Millet devlet kurar, devletler millet kurmaz. Millet devleti kurar, geliştirir, anayasasını değiştirir. Millet ne derse o olur. Son seçimlerde milletle devleti karşı karşıya alanlar, devletin kamu görevlilerini, televizyonunu, Anadolu Ajansı’nı bir siyasi partinin emrine sokup, milletin karşısına dikenler bundan ders alsınlar.” CHP genel başkanı, ancak, tehdide karşı meydan okurken, sandığı hiçe saysa da muhatabının meşruiyetini tanıdığını belirtti: “…bize türlü çeşit akıllar verenlere şunu söylüyoruz; aklınızı başınıza alın. Destek verdiğiniz hükümetle birlikte, o hükümetin geçen yıl millet tarafından görevlendirildiğini unutmadan bu milletin derdine çare olunuz. (…) Bu ülke sizden kavga değil, icraat beklemektedir. Biz bu ülke için kavga değil, icraat yapacağız.”

KAVGASIZLIK POLİTİKASI

CHP’nin bu “kavga değil icraat” politikası tercihi şüphesiz mevcut iktidar koalisyonuna çoğu yerden göğe kadar haklı tepkiler besleyen insanları memnun etmeyecektir. Ancak sadece tepkiye dayalı tavırların hiçbir zaman verimli-gerçekçi siyaset doğurmadığını, hattâ en ateşli siyasî görünen kimseleri apolitikliğin batağına sürüklediğini maalesef biliyoruz. (Başka hiçbir kaynaktan veya örnekten değilse bile, solcu muhalifler olarak kendimizden!) Ekrem İmamoğlu’nun eşi Dilek Hanım’ın “Emine Hanım’la proje” fikri kadar fuzulî ve bu defa -“karşı cephe”nin değil- kendine umut bağlamışların psikolojisini önemsemeyen fantezilerin eleştirilmesi elbette doğal. Ancak bu kavgasızlık politikasına azıcık alan tanınmasını beklemek de yeni CHP yönetici ekibinin hakkıdır. Hele bu yolla sonuç alınabilmiş olması ihtimali henüz ortadayken.

Ancak “onun da canı sağolsun” tavrının her konuda, her durumda sürdürülüp sürdürülemeyeceğinin de dikkatle değerlendirilmesi şart. Çünkü hak-hukuk ve demokrasinin karşısına dikilen, siyasî amacını, hattâ varoluşunu her fırsatta bunları geriletmeye, becerebiliyorsa yok etmeye dayandırmış güçlere göre hayatın işleyiş kuralları farklı. Her anlayışlı yaklaşımı, her yumuşak tavrı, her uzlaşma girişimini onlar korkma, sinme, pısma olarak görürler. Bildikleri tek insan ilişkisi birilerinin ötekileri ezmesi, kırması, yok etmesi olduğundan, el uzatıldığında onu nasıl kıracaklarını düşünmeye koyulurlar hemen. Faşistlere karşı tek geçerli tutum, onlara ve cinaî fantezilerine alan bırakmamaktır.

CHP’nin kavgasızlık politikasının sınırlarını ve şekillenişini belirlemek bakımından önemli iki gündelik hadiseye varabilmek için yazının başından buraya kadarki yolu teptik. Yoksa, aktardıklarımı çoğunuzun bildiğinden eminim, umarım bu yüzden erkenden inmemişsinizdir, hâlâ beraber gidiyoruzdur varacağımız yere.

İşte, MHP lideri öyle dedi, CHP genel başkanı şöyle cevap verdi falan derken, MHP’nin genel başkan yardımcılarından Feti Yıldız sahneye çıktı ve aynen şöyle dedi: “İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.”

Sözünü kurcalayanlara Yıldız’ın vereceği cevap muhtemelen, “Osmanlı Türk Devleti’nin manevi kurucusu Şeyh Edebali’nin öğütünü aktardım,”olacak. Osmanlı’sız, Türk’süz ve devlet’siz tehdit de mümkün olmadığından, bu beklenir. Ancak görülmeli ki, Feti Yıldız liderinin savurduğu tehdidin içini doldurmuş: “Terör örgütü uzantılarıyla iç içe geçmiş olanlar, her fırsatta ahlâken sapkınları savunanlar, Türk Milletinin tarihsel haklarıyla çatışanlar, Türk düşmanlarıyla silah çatanlar, dün ne ise bugün de odur.” O halde “dün” binlercesini öldürdüğümüze göre… diye devam edebiliriz. Buradaki açık düşman tanımı, elbette sandığa şuna buna yer bırakmıyor, bu tanıma bağlı davrananların tahayyül ettiği ülke âleminde.

Yalnız sandığa değil, başka görüşteki siyasetçiye de yer bırakmıyor. MHP yöneticisinin takdimiyle Özgür Özel, açık ki, ortadan kaldırılması gereken bir düşman: “Allah’ı, Kur’an-ı Kerim’i, Peygamberimizi ve güzel ahlâkını öğrenen minik yavrularımıza karşı içindekileri kusan” biri… Böyle birinin siyasî faaliyet göstermesine, mazallah ülke yönetimine gelmesine ve şüphesiz, giderek, yaşamasına neden tahammül edilsin, değil mi?

Feti Yıldız gerçi sözlerinin devamında ayaklarını yere biraz daha basıyor ve, meselenin somut, gerçek, gündelik haline dönüyor. ‘Yerel seçimde ülkeyi yönetme yetkisini mi aldınız?’ diye soruyor. “Belediyelerin yapacağı işler bellidir” deyip, su, kanalizasyon, temizlik, itfaiye, defin, mezarlıklar, nikâh kıymak… diye sayıyor.

Sonra da işte, ‘şafakta doğarsın, akşam ezanında ölüverirsin’e getiriyor mevzuyu. Muhtemel savunma belli: Canım, adam “öldürürüz” dememiş ki; mecazen şeyetmiş, Özgül Özel siyasette yeni parladı ya, birden söner gidersin, demiş.

Ne yazık ki, ortalama akıl-mantık, “Türkiye Cumhuriyeti sandıkta kurulmamıştır. Türk tarihi sandıkta yazılmamıştır,” ile “şafakta doğarsın, akşama ölürsün”ü yanyana getirdiğinde, “dün nasılsa bugün de öyle”yi de krema niyetine üzerlerine koyduğunda apaçık bir başka bağlantıyı kurar. Mecburen katlanılacak insan zayiatı da saklı kalmak kaydıyla, tıpkı adalet kurumunun, kavramının ve duygusunun katledilmesi gibi, vatandaşlık haysiyeti ve ilişkisinin yaşatılmaması gibi, seçme-seçilme hakkı da pekâlâ cinayete kurban gidebilir.

Ve müsaade ederseniz, şunu da sormalı değil miyiz kendimize: Kayyımlar rezaleti, “millî irade”nin altmış küsur yerinden bıçaklanması değil miydi?

Bu ağır yaralı “millî irade”ye ortalık yerde indirilen yeni darbeyi destekleyici olgu mahiyetinde aktararak bitirelim.

Seçim ertesi “mazbata krizi” yaşanan yerlerden biri de Siirt. İtiraz girişimi sırasında DEM Partili milletvekili Sabahat Erdoğan Sarıtaş Adliye’ye girmeye çalıştı, ilin emniyet müdürü karşısına dikilip, “Sen bu devletin milletvekili değilsin. Sen benim muhatabım değilsin,”  dedi.

Tercümesi, “Ne sandığı ulan!”dır.

Kavgasızlık politika olabilir. Radikal ve tepkili seçmene sevimsiz görünecek uzlaşma adımları atılabilir. Rahatsız olan eleştirir. Bunların hepsi olağan demokratik akış içerisinde massedilir, hazmedilir. Ancak emniyet müdürünün milletvekiline “muhatabım değilsin” diyebilmesi, bunu “devletin milletvekili değilsin”e dayandırması, her şeyin iktidar ortağı partinin kurduğu “ne sandığı ulan!” zemini üzerinde cereyan edişi… kıyısından köşesinden de olsa meşruiyet derdi bulunan, yönetimi seçimden seçime de olsa “millet”in tercihiyle şekillenen, yamru yumru da olsa belki azıcık yoğurulsa demokrasiye benzeme ihtimali bulunan rejim için taşınabilir yük, katlanılabilir vaziyet değildir.