5 Nisan günü NATO’nun Brüksel’deki Karargâhında 32 üye ülkenin dışişleri bakanlarının katıldığı özel bir kutlama vardı. NATO’nun kuruluşunun 75. yıl dönümünde pasta kesildi, marşlar çalındı, İttifak’ın “uluslararası barış ve güvenlik açısından ne kadar büyük önem taşıdığı” mahiyetinde nutuklar atıldı. Temmuz ayında Vashington’da yapılacak Devlet ve Hükûmet Başkanları Zirvesi öncesinde, başta Rusya-Ukrayna savaşı olmak üzere gündemdeki konuların gözden geçirildiği toplantıda, 4 ay sonra alınacak kararların ilk taslakları da katılımcıların görüş ve önerilerine açıldı.
Toplantıya davetli olarak katılanlardan biri de Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba’ydı. ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Vashington Zirvesinde Ukrayna’nın NATO’ya üyelik için davet edilebileceği yönünde sözler sarf etti. Rusya’nın büyük tepkisini çeken bu açıklama, hâlen savaş hâlinde olan bir ülkenin İttifak’a alınıp alınamayacağı, şayet alınırsa bunun ne gibi sonuçlar doğurabileceği sorularını da ister istemez akıllara getirdi.
75 yıl önce NATO kurulduğunda ilk Genel Sekreter İngiliz Lord Ismay İttifak’ın kuruluş gayesini, “Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda, Almanları ise aşağıda tutmak” cümlesiyle veciz bir şekilde açıklamıştı. Aradan üç çeyrek asır geçtikten sonra, Amerikalılar içeride kalmaya devam ediyor. Almanya 1955’ten bu yana (1990’dan sonra birleşik hâlde) NATO üyesi ama savunma alanında ABD’nin denetiminde, eski Varşova Paktı üyelerinin neredeyse tamamı Pakt’a üye olmuş durumdalar ve Rusya dışarıda kalmaya devam ediyor. Başka bir deyişle Lord Ismay’in formülü bugün de geçerliliğini koruyor. Moskova’nın “kırmızı çizgi” olarak ilan ettiği Ukrayna’nın üyeliğinin gerçekleşmesi hâlinde NATO’nun bir çeyrek asır daha yaşayıp yaşamayacağı konusunda derin şüpheler oluşuyor.
NATO’nun varlığına zemin hazırlayan Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 35 yıl sonra bile hâlâ ayakta kalmasının sırrı, İttifak’ın yeni dönemin gerekliliklerine uygun şekilde, bazen de yeni gereklilikler bulmak suretiyle, kendisini başarılı şekilde dönüştürmesinde yatıyor. 1991’den itibaren stratejik konseptini dört kez yenileyen, beş kez de Zirve Bildirileri yoluyla söz konusu konseptlere önemli eklemeler yapan İttifak bugün 1949’dakinden bambaşka bir örgüte dönüşmüş durumda. Öyle ki, hâlen geçerliliğini koruyan 4 Nisan 1949 tarihli kurucu antlaşmasının metnine bakarak NATO’yu tarif etmeye kalksanız, meşhur beşinci madde dışında, bugünkü NATO’yu izah edecek neredeyse hiçbir hüküm bulamazsınız.
Adında “Kuzey Atlantik” ifadesi geçen NATO’ya bağlı birlikler günümüzde bu alanın çok uzağında faaliyet gösterebiliyorlar. Bir “müşterek meşru müdafaa teşkilatı” olması hasebiyle, üyelerine yapılabilecek bir saldırıya mukabele etmek ana hedefine matuf olan İttifak, artık pekâlâ hiçbir üyesine saldırı olmasa da harekete geçebiliyor. Bir savunma değil güvenlik teşkilatının görevi sayılabilecek birçok konu artık NATO’nun iş alanı içinde yer alıyor. Savunma ve güvenlik kavramlarının birbirleriyle harmanlanarak baştan aşağıya yeniden tanımlandığı 1990 sonrası dönemde, etnik-dinsel çatışmalardan müttefiklerin algıladığı tehditlerden, iklim değişikliğinin getirdiği küresel tehlikelere kadar sınırsız bir alan müttefiklerin teşrik-i mesailerine açılmış hâlde.
Her Zirvede yeni bir konunun “tehdit algısı dağarcığına” eklendiği bu sürecin bir sonu bulunmuyor. Her postmodern tehdide bir hâl çaresi bulmaya çalışırken, NATO’nun odağı kayıyor, uzmanları, teknik kapasitesi ve kaynakları yetersiz kalmaya başlıyor. Kuruluşundan bu yana ağırlıklı olarak ABD’nin katkılarına dayanan İttifak’ın üyeleri, bu ülkeden gelen serzeniş ve ikazlara rağmen ellerini taşın altına bir türlü tam manasıyla koyamıyorlar. Tarihte imparatorlukların dağılmasının esas sebeplerinden olan “ölçek meselesi” NATO için de bir problem kaynağı hâline çoktan gelmiş durumda.
Mutabakatla karar almayı 75 yıldır benimsemiş olan, bu sebeple de bazı kararları almakta ciddi sıkıntılar yaşayan bu teşkilatın 32 üyesiyle çağın gerektirdiği atikliği nasıl muhafaza edebileceği sorusuna net bir cevabı yok. Üstelik 35 yıldır karşılaşmadığı ölçüde büyük bir çatışma riski yaklaşırken, planlama-icra-komuta-kontrol mekanizmalarının tam olarak entegre olmadığı ortadayken, dahası bazı üyelerinin askerî kifayetsizliği giderilememişken, Ukrayna’yı da üye almaya kalkışarak acaba NATO kendi sonunu mu hazırlıyor?
Tarihte hiçbir çok taraflı ittifak bu kadar uzun süre ayakta almadı. NATO’nun “dalya” deyip diyemeyeceğini, çok boyutlu ve çok katmanlı “tehditler” labirentinden kazasız belasız sıyrılmasını temin edecek yeteneklere ne ölçüde kavuşabileceği belirleyecek. Tek kutuplu dünya döneminin konforunda sergileyebildiği akılcı dönüşümler, NATO’nun geleceği için bir başarı karinesi teşkil etmeyecek. Çünkü o devir bitti, bitiyor.